Stefan Zweig’in yaşam odağı bir dönemin tarihi gibidir. Yazdıkları ve düşünceleriyle döneminin önemli bir aydın örneği sayılır. 1881 yılında Viyana’da dünyaya gelir. Duyarlı bir yürek, pırıltılı bir zeka. Çağının tanığı olmak başlıca kaygısı onun. İlerleyen zaman içinde Avrupa üzerinde kara bulutlar görülmeye başlar. Yaşamını sürdürdüğü topraklarda nefes almanın giderek güçleştiğini görmek acı veriyordu. İçinde yok olan coşku, her yandan kuşatan görünmez kollar. Almanya’da Hitler’in iktidara yerleşmesiyle dört koldan kıyımlar başlamıştı. Sayısız Yahudi fırınlarda yakılarak yok edildi. Yalnız onlarla yetinilse iyi. Kendisine katılmayan yazar, düşünür, sanatçı ve ne kadar aydın varsa ortadan kaldırılır. Kendince en ideal insan tipi olarak adlandırdığı Alman gençliği yetiştirilmez mi!
Bir bölüm bilim insanı, sanatçı ve müzisyene Atatürk Türkiyesi kucak açar. Bunların tümünün ayrı birer öyküsü var. Bunlardan ünlü müzisyen Edouard Zuckmayer’i Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümünün yöneticisi olduğu döneminde yakından tanımıştım. Onunla ilgili anılar bir başka yazımda.
“Nazi Alman Öğrenci Birliği” adlı örgüt yönetimin bilgisiyle 6 Nisan 1933’de “Arındırma” adında bir girişime geçer. Bu planın amacı “Alman Olmayanlara Karşı Eylem”dir. 10 Mayıs 1933 gecesi kentin büyük meydanında toplanan 25.000’den fazla kitap ateşlere atılarak yakılır. İlkel toplumların totem karşısında kendilerinden geçercesine hareketlerine benzer çığlıklarla kültürsüzlüğün resmini çizerler havaya.
Zweig tüm bu yaşananların neresinde? Tanık olduklarının acısını yüreğinde duyuyor. Çevresindeki yasa tanımazlıkları, düşünceye karşı çıkan amansız yoz tipleri görüyor. Her yerde yıkım. İyiye, güzele karşı bitmez tükenmez saldırılar içinde yaralar açıyor. Giderek daralan havasızlıkta soluk almanın güçlüğünü yaşadığı için ülkesinden ayrılmak tek çözüm yolu onun için. Önce Avrupa’da değişik birkaç ülkeden sonra ver elini Güney Amerika. Arjantin’de Petropolis son durağı.
Yazarın çok sayıda kitabı dilimize kazandırılmış durumda. Her birinde ayrı birer ders. Ama bunlar içinde bir tanesi var ki her aydının mutlaka okuması gerekiyor. “Dünün Dünyası” bir anı kitabı olması nedeniyle ayrı bir öneme sahip. Orada yazarın ülkesinde yavaş yavaş kararan ufkunu, üzerine çökmeye başlayan politik ağırlığın kötülüğü çok iyi anlaşılmakta.
Kitabının girişinde Shakespeare’den bir söz var: “Zamana bizi aradığı yerde rastlayalım.” Aradığını bulamamış bir aydının gizli iç çekişlerine tanık olmak böyle işte.. Umutsuzluk. Doğup büyüdüğü toprakları geride bırakıp bilinmezlere yelken açmak. Alışılan ve kurulan her şeyi yıkıp yaşama yeni baştan başlamak. Gerçekten de çok zor. Kendi ülkesinden bu tür nedenlerle ayrılmanın yarattığı köksüzlük kolay alışılır bir durum değil. Yazar buna alışamadı hiç. 22 Şubat 1942 günü yazdığı mektubunu şu sözlerle bitirdi: “Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum!” Sonrasında yaşamına eşiyle birlikte son verir.
Yazdığı gibi acele etmiştir ama dostlarına beklemelerini önerir. Kurtuluşu, aydınlık günlerin gelişini beklesinler ister. Onun gibi günümüzde politik nedenlerle bir çok ülke kendi insanlarını dışarı atıyor. Büyük göç dalgaları arasında niteliksel dönüşümleri görmemek olanaksız. Belli olan bir şey varsa o da az gelişmişliğin en tipik belirtisinin beyin göçüne yol açtığıdır. Bir ülke yetişmiş değerli bireylerini yurt dışına kaçırıyorsa ona politik literatürde “az gelişmiş ülke” adı veriliyor. Vurgulanan kavramın bir adım ötesi de boşalan ülkeyi sürülerle doldurmaktır. Zweig’in taşıdığı endişelerin boyutu günümüzde daha korkunç boyutlarla sürmekte.
A.CELAL BİNZET
10 Nisan 2025, Ankara