Toplumsal histerinin dışavurumuna tanık olduğumuz günlerden geçiyoruz..
Sözlükler histeriyi, psişik ve motor bozukluklar, özellikle duygusal reaksiyonlarda taşkınlık, âni sinirlenme, hareket bozuklukları, geçici kişilik değişimi ve çeşitli sistemlere ilişkin bozukluk olarak tanımlıyor. Buna göre yaşadıklarımızla tam bir uyum içerisinde olduğumuz ortaya çıkar.
Bir genelleme yapmak olası değil ama kimilerinin hayvanlara karşı başlattığı öldürme girişimi bilinç altına itili yok etme kültürünün kanlı bir çeşidini gündeme getiriyor. Köpekler, ardından kediler derken doğanın bir parçasına karşı insanın saldırısı inanılmaz boyutlara ulaşmakta. Kanlı görüntülerin televizyon ve değişik iletişim kanalları yanında basın organlarından yayınlanmasının özellikle yeni yetişmekte olan çocuklar üzerinde yaratacağı etkilerin olumsuzluğu bilinmez mi? Tarihe baktığımızda tıpkı bireyler gibi toplumların da bu krizin içine düştüğü örnekleri öğrenebiliriz. Zamanın akışı içinde normal yaşamını sürdüren toplum tetikleyici bir kıvılcımla birlikte tanımda geçen “duygusal reaksiyonlarda taşkınlık, ani sinirlenme, hareket bozuklukları, geçici kişilik değişimi”ne uğruyor.
Saldırganlık ve yok etme gibi davranışlar her ne kadar birdenbire ortaya çıksa da onun gerisinde yatan kültürel kodlamaları görmezden gelemeyiz. Tıpkı uyuyan hücreler gibi koşulların en uygun zamanında ortaya çıkarak varlıklarını gösterirler. Hem de yabanıl bir şekilde parçalayarak, kin duyarak. Bu davranışın gerisine sinmiş kodlardan birisi de dinsel motifli inanca dayanıyor. Çünkü İslam inanışında köpek pis ve kötü olarak anılır. Tek ayrıcalığı Kıtmir adını taşıyan ve Kuran’da geçen köpektir. Genel olarak dinlerin hayvanlara bakışında değişik söylemlerin üretildiği bilinir bir olgudur. Kimileri kutsanırken kimileri de lanetlenmekten kurtulmaz. Değinilen bu olgunun içine elbette kadın ve erkek olarak kim insanları eklemeyi unutmayalım. Kadının erkekten aşağı görülmesi yanında bazı kutsallık yüklenen erkekler bulunduğu bir gerçek.
Köpeklerin yanında kedilerin de yok edilmeye başlanmasını açıklayacak histeriden başka kavram yok gibi. Üstelik bu davranış yeni de değil. Ortaçağ’da tüm Avrupa anakarasını kasıp kavuran veba salgınının çıkış nedeni kedilerin yok edilmesinden başkası değil. Çünkü kediler ortadan çekilince meydan farelere kalmıştı. Din adamlarının kışkırttığı bilinçsiz halk kedilerde ve güzel kadınlarda cin bulunduğuna inandırılır. Kedilerin öldürülmesi farelerin çoğalmasının yolunu açar.
Sokaklarda, evlerde dolaşan farelerin taşıdığı veba mikrobu bu salgının en büyük nedeni oldu. Yüzbinlerce insan bu nedenle yaşamını yitirdi. Aynı salgından değişik tarihlerde İstanbul da kurtulamayacaktı.
Günümüze dönersek henüz böyle bir salgın görünmüyor ortalıkta. Onun yerine toplumun bir kesiminde hayvanlara karşı en vahşi şekilde öldürme güdüsünün tırmandığı izlenebiliyor. Şiddetin alışılabilir ve sıradanlaştırılması gündemde. Bu da bir toplum için oldukça tehlikeli bir yöneliş sayılır.
Bir sanat köşesinde onunla ilgisi olmayan bir başka konunun neden yer aldığı sorusu akla gelebilir. Öncelikle bilinmesi gerekli ki, bir sanatçının dokunduğu konu ölümsüzlüğe kavuşmuş demektir. Ve sanatçı için her olgu dokunulmaz değildir. Tarihte bu görüşü destekleyecek sayısız örnek var. Bugün, 18. yüzyıl Paris’inde bir mahallede yaşanan kedi katliamının varlığından ancak yazılabildiği için bilgimiz var. Ondan daha önce 14. yüzyılda Floransa’yı kasıp kavuran veba salgını Rönesans Hümanizmasının büyük adı Giovanni Boccacio tarafından kalıcı kılınmıştır. 1348-1351 yılları arası yazılan Decameron salgından kurtulmak için bir şatoya 10 günlüğüne kapanan 7 genç kadın ile 3 genç erkeği konu edinir. Şatoda zaman geçirmek için sırasıyla her gün herkes birer öykü anlatacaktır.
John William Waterhouse, Decameron'dan Öyküler, 1919
Decameron için 1492 tarihli Venedik Ağaç Baskısı
Böylece kapalı kaldıkları 10 günde toplam 100 öykü dillendirilir. Kitapta halkı kışkırtmalarıyla yönlendirilen din adamlarını anlatan yazar bir çelişkiyi vurgulamaktan geri durmaz: “Şimdikilerin cüppeleri ise en parlak, en gösterişli kumaşlardan yapılıyor, içleri astarlanıyor, ölçüsü bol tutuluyor, papanın giysileri örnek alınıyor. Bunları sırtlarına geçiren papazlar kiliselerde, alanlarda görmemişler gibi, şişine şişine dolaşıyorlar utanmadan. Balıkçının ırmağa attığı her kepçeye bol balık gelmesini istemesi gibi, bunlar da geniş cüppelerinin altına sürüyle softa, sürüyle dul kadın, sürüyle kadınlı erkekli salak takılsın istiyorlar.” (1) Bir başka yerde de: “ El üstünde tutulan insanın suçuna kimse inanmaz...Din adamlarının yerlere sürünen bol cüppelerine, yüzlerinin yalancı solgunluğuna bakın. Bir şey istediklerinde alçalıp yumuşayan, kendilerinin de işledikleri kusurları işleyenleri azarladıklarında yükselip kükreyen seslerini dinleyin.”(2)
Ressamı belirsiz bir Alman tablosu: Ölüm Dansı
Gözlemlerinde ne derece doğru olduğunu anlamak için o kadar gerilere gitmeye gerek yok sanki. Yüzyıllar öncesinden günümüze güncelliğini yitirmemiş evrensel bir görüş. Yapıta adını veren Decameron sözcüğünün Türkçesi “10 Gün” demekti ve veba mikrobunun kuluçka süresiyle aynıydı. Yapıtı oluşturan 100 öykü, o günün koşullarında toplumsal olayların bir başka açıdan yansıtılmasıyla gündeme oturdu. Kendilerini kuşatan dış dünyadan uzağında geçen günlerin öyküsü oldu bu kitap. Aynı kitapta geçen olaylar sonraki yıllarda çok sayıda ressama da esin kaynağı olacaktı.
Acı ve ölümlerle dolu dönemin çıkış nedeni bir hayvan katliamıydı. Bu kanlı eylemden insanlar da paylarına düşenleri almaktan geri durmayacak gibi. Toplumsal histeriler bu anlamda zamanda ve coğrafyada sınır tanımıyor sanki.
A. CELAL BİNZET
16 Ağustos 2024, Ankara