Ürkü bir kez ortaya çıkmasın. O güne değin kendi halinde yaşayıp gidenler birdenbire değişerek başka bir kimliğe bürünür. Çevresine korkuyla baktıktan sonra girdiği ilk bakkaldan, ekmekten un ve makarnaya, sebzeden meyveye varıncaya değin eline ne geçerse yağmalayıp çıkanlarla dolu sokaklar. Yarına ilişkin belirsizliğin sindiği gözleri boşluğa bakıyor insanların. Küçük hesaplarla büyük kaygıların buluşması. Kimbilir hangi evden çıkacak bir hasta ya da ölünün düşüncesi dolaşıyor ortalıkta. Yaşam sevincinin sıfırlandığı bir noktada toplum.
Hiçbirimize yabancı gelmeyen bu duygu tam tamına bundan 672 yıl önce yaşanmış. Yer İtalya. Ne gariptir ki aynı ülke yine benzer bir korku çemberi içinde. Ama oraya değin uzanmaya gerek yok. Bugün bizim yaşadığımız da bunun benzeri. Bizde de tüketim maddeleri yağmalanmakta. 1348 yılında İtalya “kara ölüm” diye adlandırılan korkunç bir veba salgını altında. Hastalık, din baskısı altında yoğurulmuş beyinlerin neden olduğu bir hastalıklı ruh durumunun sonucu. Kadın ve kedilerde cin bulunduğu düşüncesi kilise tarafından topluma aşılanmış. Yoksulluk içinde yaşayan bilisiz insanların kolayca kanacağı bu dinsel masalların etkisi altında kadınların alanlarda yakıldığı, kedilerin sopalarla öldürüldüğü günler yaşıyor İtalya. Doğal olarak farelerin çoğalması ve pisliklerin neden olduğu veba için en uygun ortam yaratılmış oluyor. Sonuçta binlerce can kaybı, geride kalanlar için de ölüm korkusu. Avrupa anakarasında 1347-1351 yılları arasında ortaya çıkan “kara ölüm”ün yarattığı korku iklimi giderek yaygınlaşacaktır. Hastalığın Osmanlı İstanbul’una gelişi 1591yılını bulur. İki yıllık sürede günde yaklaşık 325 kişinin öldüğü kayıtlarda yazılı. Halil İnalcık’a göre 1625, 1637, 1648, 1653, 1655, 1765, 1792, 1812, 1837, 1845, 1847 yılları arasında günde ortalama bin kişinin kaybı söz konusu. Osmanlı kayıtlarında 1637 salgını için “büyük taun”, 1655 ise “şiddetli taun” adıyla yer almış. Hemen ekleyelim ki Osmanlıda veba hastalığının adı “taun” olarak geçiyor.
Önemli bir hastalıkla sanat arasında nasıl bir ilişki olabileceği sorunu kalıyor geriye. İnsana ilişkin her duruşun sanatın bakış açısı içinde kalabileceği konusu çokça işlenmiştir. İtalya’daki salgın sırasında yaşananlar da bu bağlamda bir sanatçının dikkatinden kaçmaz. Orta çağın ve her dönemin en önemli en önemli ozan ve yazarlarından Giovanni Boccacio (1313-1375) toplumda gördüğü bu kargaşa ortamını “Decameron” adıyla ölümsüzleştirir. 1349-1353 arasında tamamlayacağı büyük yapıtı 1348 yılındaki büyük salgın üzerine kurgulanmış bir metinden başkası değil. Anlatıyı zenginleştiren özellik 1492 yılında öykülerle ilgili 112 ağaçbaskının kitaba eklenmesi olmuştur.
Konu, on kişi çevresinde geçer. Salgından kendilerini korumak isteyen 7 kadın 3 erkek bolca topladıkları yiyecek maddeleriyle bir şatoya kapanırlar. Günümüzde yaşananlara bakarak benzer olayların o zaman da geçtiğini anlamak zor değil. Orada kapanarak geçirecekleri zaman 10 gün. Çünkü veba mikrobunun kuluçka süresi o kadar. Zaten yapıtın özgün adı Decameron İtalyanca 10 gün demek. Toplumdan yalıtılmış şatodaki on kişi içeride geçecek zamanlarını değerlendirmek için her gün sırayla birer öykü anlatacaktır. Böylece, sonunda ortaya 100 öykülük bir bütün çıkar.
Asıl dikkat çeken yön anlatıların içeriğinde gizli. O güne değin kilisenin baskısı altındaki toplumda ötelenmiş kişilik ile dünyasal eylemler ilk kez burada öne çıkar. Zaman zaman erotizme kaçan olaylar örgüsü öte dünya masalının nasıl da boş olduğunu kanıtlamak için iyi bir araç olmuştur. Bir anlamda dönem açısından sakıncalı olabilecek Hazcılığın (Hedonizm) yüceltilmesi olarak da okunabilir öyküler. Dinsel üstünlüğün rafa kaldırılması, kiliseye başkaldırının izleri sezilir o sayfalarda.
Ufukta Reform ve Rönesans hareketlerinin soluğunu duyuyoruz artık. Büründüğü öncülük rolü Boccacio’yu İtalya’nın öteki yazın ustaları Dante ve Petrarca’nın yanına taşır.
14. Yüzyılın ortalarında İtalya’da ortaya çıkmış ölümcül bir salgının, bir yazın başyapıtı aracılığıyla tarihin sayfaları arasında kendine apayrı bir yer bulmasını sağlamıştır. Toplumsal olayların değerlendirilmesinde sanatçı bakışının farklılığına işaret etmek gerekiyor. Çelişki gibi olsa da, kötücül bir gerçekliğin bir başyapıtın doğumuna neden olduğunu görmezden gelemeyiz. Önceki satırlarda Osmanlıda ortaya çıkmış salgınlara yeniden bakalım. Anılan tarihlerde yaşanan ölümlerin günümüzde pek bilinmemesinin gerisinde yatan nedeni sanatçı elinin değmemesinde aramak gerekmez mi? Oysa, insan için benzer olaylar ortak dışavurumlara neden olur. Ölüm karşısında duyulan acı her iklimde benzer davranışlarla karşılanır. Toplumu saran ürkü dönemlerinde insanların yağma ve talan tutkusunu yaşama sarılmaları bağlamında düşünmek gerek. Güncel yaşantıdan geriye bakarak birbirini anıştıran olaylar insanlık tarihinde bir şeylerin değişmediğini gösteriyor.
CELAL BİNZET
21 Mart 2020, Ankara