Russell Crowe'un yönetip başrolünü üstlendiği "The Water Diviner/Son Umut" filmi üzerine yazmak için kasıtlı olarak bugüne kadar bekledim. Üç ay boyunca acaba film sayesinde Türkiye sağduyusunu yeniden kazanır mı beklentisiyle medya yorumlarını ve gişe rakamlarını takip ettim. İsmindeki "suyu arayan adam" içeriğinin "Son Umut" gibi bir manasızlığa kurban edilmesi bir yana, [2006 yapımı "Children of Men" filmini "Son Umut" adıyla oynatan Türkiye değildi sanki] Russell Crowe'un senaryosu gerçek olaylardan yola çıkarak yazılan filmine ilişkin yapılan güya analiz yazıları entelektüel seviyemizin yerlerde süründüğünü yüzümüze çarptı durdu.
Çanakkale cephesine üç oğlunu birden gönderen Avustralyalı bir baba, hiçbirisi geri dönmeyince "hiç değilse cenazelerini alırım" niyetiyle Türkiye'ye geliyor. Bu süreçte biri binbaşı, diğeri çavuş iki Türk askerinden oğullarını bulması için (düşman ülke insanı muamelesi görmeksizin) yardım ve destek alan Connor, savaşın anlamsızlığı ve emperyalizmin oyunlarının birebir tanığı oluyor aynı zamanda.
Öte yandan, Birinci Dünya Savaşının gidişatını belirleyen en hayati cephelerden birinin hikayesini anlatan ve bunu gayet dürüst bir tavırla Türkiye'nin bağımsızlık mücadelesine bağlayan bir yabancı yapım için gazete ve televizyonlarda pompalanan "haber içerikleri" Russell Crowe'un nerede kebap yediği veya hamam çekimlerinde Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz ve Russell Crowe arasından hangisinin daha kilolu göründüğü "sorunsalına" (!) düğümlenip kaldı.
Bu da yetmemiş gibi, filmin gösterime girmesinden kısa bir süre sonra "gişede çakıldı" ve "Amerika gösterimi ertelendi" tarzında karalama kampanyası başlatıldı, her ne hikmetse...
Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde milli mücadele tohumlarının atılmasını sağlayan Çanakkale cephesine ilişkin "bizim orada ne işimiz vardı; Türkler vatanını savunuyordu, oysa biz işgal kuvvetlerinin piyonuyduk" diyebilme cesaretini gösteren bu Avustralya filmine, inanması hayli güç ama, "Çanakkale cephesindeki askerler hırpani, maço ve aşırı milliyetçi gösteriliyor" argümanıyla olumsuz bakan yorumlar bile vardı!
"Son Umut" Türkiye'de 8 hafta gösterimde kaldı ve yaklaşık 1.300.000 seyirci tarafından izlendi. Basının cehaleti ve yok sayıcı tavrına rağmen yine de bir başarı sayılabilir; bardağın dolu tarafından görmek anlamında. 1978 yılında "Midnight Express/Geceyarısı Ekspresi" gösterime girdiği zaman "Türkler kötü ve ırkçı gösteriliyor" diye uluslararası kampanya başlatan ve esasında filmin dolaylı yolda reklamını yapan devletin kurumları, Türkiye'nin milyarlar verse Hollywood'a yaptıramayacağı bir Avustralya yapımı için kılını kıpırdatmadı. Her yıl Amerika'daki Türk derneklerine "bize devlet fonlarından bütçe verin, Midnight Express filminin karşı tezini çekelim" diyen Zihni Sinir projelerine bile olumlu bakılabiliyorken, "The Water Diviner" filminin dünya çapında tanıtımı için destek vermek gibi muazzam bir "Türkiye yanlısı" ortam yaratma fırsatı görmezden gelindi.
Bir ulusu içten içe çökertmenin en kolay yolu tarihini çarpıtmak, bazı olayları küçümsemek veya yaşanmışlığı tarihsel perspektif içinde değerlendirmeyip, bugüne ait referanslar aracılığıyla tartışmalı hale getirmektir. Savaşın kendisine elbette her zaman karşı çıkmakla beraber; yaşanılan bir yabancı ordu işgaline karşı direnmenin onurunu küçümseyen ve bir millet olmanın ayrıcalığını utanılacak birşeymiş gibi gösterenlere ithaf olunur.
"The Water Diviner/Son Umut" yakında DVD formatıyla piyasada olacak; sinemada kaçıranlara hatırlatmış olayım.