Oscar 2022:
Toksik Maçoluk Filmi Adaydı, Wıll Smıth Gerçeğini Gösterdi
Oscar ödül töreni eski günlerdeki görkemine yakışır şekilde başladı ama 94 yılın en kötülerinden biri olarak sona erdi. King Richard filmi ile en iyi erkek oyuncu ödülünü alan Will Smith'in sahneye yürüyüp sunucu tokatlaması törenin bütün büyüsünü bozdu. Bunun yanı sıra ödül dağıtımında sinema adına bir dizi tutarsızlık hakimdi. Yılın en iyi filmlerinden The Power of The Dog, "en iyi yönetmen" ödülünü alırken, yönetmenin hayata geçirdiği film tamamen görmezden gelindi.
Anne babası sağır olan çocuk kelimelerinin baş harflerinden oluşan CODA "en iyi film" seçilirken, CODA'nın birebir uyarlaması olan 6 sene önceki orijinali La Famille Belier, neden zamanında yok sayıldı sorusu havada kaldı. Üstelik Fransız filmi Belier Ailesi çok daha başarılı ve uyarlamanın aksine formüller üzerinden yürümeyen daha samimi bir yapımdı. Ancak yapımcısı Apple olunca, CODA Oscar yarışına en azından lobi faaliyeti olarak 1-0 önde başladı.
Beğeniler elbette sübjektif ölçütlere dayanır, bu nedenle aday filmlerin hepsi prensip olarak ödülü haketmiş sayılmalıdır. Benim için bir filmin hikayesiyle kurduğu dünyanın ikna edici olup zihin ve gönül teline dokunabilmesi; karakterlerin birden fazla okumayı teşvik edecek derinliğe sahip oyunculukla çerçevelenmesi, en önemli kriterler. Haruki Murakami uyarlaması Japon filmi Drive My Car hariç tutulursa (zaten en iyi yabancı filmde adaydı ve Oscar aldı) bu seneki adaylar içinde bana göre iki aday kusursuz sinema örnekleriydi: The Power of the Dog ve Licorice Pizza.
Licorice Pizza herşeyiyle özgün bir film, yönetmen ve senaryo Paul Thomas Anderson, bu sene Oscarlarda tamamen ziyan edildi. The Power of the Dog ise bir roman uyarlaması; Thomas Savage 1925'lerde Amerika'nın bozkır hayatı ve taşra kodlarını çok katmanlı bir hikaye ile anlatıyor. Romanı mükemmel bir görsellikle beyazperdeye taşıyan Jane Campion, filmin ruhunu ifade eden "toksik erkeklik" kavramını da gündeme getirdi. Mahalle baskısı ve kültürel kodlar yüzünden kendisi gibi olmamak uğruna içsel fırtınalar yaşayan ve toplum içinde bunu en zehirli-zararlı şekillerde yansıtan; kaba kuvvet ve ruhsuzluk olarak işlenmiş algılarla olmadığı bir şey üzerinden hayatını sürdüren insanların dramı The Power of the Dog. Phil (Benedict Cumberbatch) kardeşine, yengesine ve oğluna elinden gelen bütün eziyeti yaşatıyor; sonunda bastırdığı bütün duyguları tarafından ele geçirilince, ölümüne giden yolun kapılarını açmış oluyor. Filmi Phil, George, Peter ve Rose, dört ana karakter üzerinden izlemek çok önemli. Yönetmen Campion hikaye akışını bölümlere ayırarak bu yolu işaret ediyor zaten.
Phil taşra baskısıyla kendisini inkar etmeseydi, hayatla bağları bambaşka yeşerecekti. Peter ona bu fırsatı sunmuş gibi görünse de, en sonunda bozkırın acımasız toksik erkeklik kanunları üste çıktı ve birini katil diğerini kurban haline dönüştürdü.
Erkekliğin zehirleyici kodları beyazperdede böyle kurgulanırken, bu yılki Oscar töreni birebir gerçeğini yaşattı. Karımla ilgili şaka yapamazsın maçoluğunu sahneye taşıyıp, ailesine sahip çıkıyormuş edasıyla sunucu tokatlayan Will Smith, kaba kuvvetin zaman ve zemin tanımadığını, kadınlara ikinci sınıf muamelesi yapılıp "korunması gereken varlıklar" algısı yüklemenin Hollywood'da bile karşılığı olduğunu gösterdi. Sonradan yayınladığı mesajla özür dilemesi ne kadar samimidir veya ödülü geri alınmasın diye yapılmış bir hamle midir, tartışılır.
HALDUN ARMAĞAN
30 Mart 2022, Ankara