Bu yıl 93. kez düzenlenecek Oscar ödüllerinde adayların açıklanmasıyla birlikte 25 Nisan için geriye sayım resmen başladı. Corona yüzünden zamanın ruhu öylesine değişken bir hal aldı ki, bu yıl kazanması muhtemel isimlerden daha çok, ödül töreninin gerçekten yapılıp yapılmayacağı konusu öne çıktı. Bir diğer farklılık da filmleri sinemada izleme ihtimalinin olmaması! Aday olan filmleri abonelik sistemiyle ev ortamında belki telefon ekranından, belki televizyon ekranından izlemek "yeni normal" kabul ediliyor artık... Bir son dakika ertelemesi olmaz ise, Oscar ödül töreninin Los Angeles Dolby Theatre salonunda (Zoom yerine) canlı olarak yapılacağı açıklaması sinema adına çok sevindirici bir haber.
Öte yandan sinemanın toplumsal hafıza ve ortak kültür dili aracılığı ile hayatı keşfetme, temas etme, sorgulama ve aydınlatma gücünün bundan sonra nereye evrileceği sorusu henüz cevabını bulmuş değil. Netflix, Amazon, Apple gibi ev sineması yapım şirketleri mevcut eve kapanma ortamının da etkisiyle daha çok yaygınlaşıyor, ancak hiçbiri hakiki sinema salonlarının yerini tutmuyor. Zaten bu tür film indirme siteleri eşyanın tabiatı gereği birer "televizyon filmi" üreticisidir ve yatırım yaptıkları her senaryo mecburen belli formüllere ve mümkün olduğu kadar geniş kitlelere (ortalama seyirciye) yaslanmak zorundadır. Başka türlü maksimum abone-maksimum kazanç sağlanamaz. Yeri gelmişken "hayat eve sığar" sloganına bir ekleme yapayım: "Sinema asla evdeki televizyona sığmaz!"
Yılın en iyi filmi kategorisinde açıklanan dokuz aday arasında altı favorim var ve bunlardan herhangi birinin ödül alması benim açımdan çok sevindirici olacak.
The Trial of the Chicago 7: Hikayesi, oyunculuğu ve alt metinleri ile dört dörtlük bir film. Vietnam savaşı sırasında yükselen milliyetçi-ırkçı dalganın etkisiyle sırf barışsever oldukları için olağan suçlu kabul edilen yedi yurtseverin gerçek hikayesi. Kısaca "benim gözümde yüzde yüz suçlusun, değilim diyorsan ispat etmek sana düşer" yaklaşımıyla özetlenebilecek hukukun siyasallaşması filmin ana meselesi. Gerçek olay 1968'de yaşanmış, ancak bu anlayışın günümüzde de varlığını koruduğu sır değil.
The Father: Yaşlılık, hayata dair bağların birer birer eksilmesi ve ölümle yüzleşme üzerine bir ağıt. Anthony Hopkins yine, yeniden muhteşem.
Nomadland: Hollywood filmlerinin ortak noktası hayatın akışının belirli kabuller üzerinden hikayeleştirilmesidir. Yaşama dair umutlarını sıfırlayıp ruhlarını otomatiğe bağlayarak varolmaya çalışan karavancıların göçer hayatını modern bir klasiğe dönüştüren Nomadland, "Amerikan hayat tarzı" kavramına ait yaygın normları tamamen ters yüz ediyor. Frances McDormand oyunculuğu ile büyülüyor.
Minari: Koreli bir ailenin 1980'lerde Amerika'ya göç edip Arkansas gibi "ücra" bir yere yerleşmesi öyküsünden yola çıkarak, kuşaklararası kültürel çatışma, hiçbir yere ait olamama meselesine odaklanan Minari, "kök salma" çabasının sosyo-ekonomik sorunlardan daha çetrefil ve daha tahripkar olduğunun altını çiziyor.
Mank: Sessiz sinema dönemi nostaljisi yaşatan 2011 yapımı The Artist en iyi film Oscar ödülünü kazandı. Benzer çizgide ilerleyen Mank, bizi Hollywood'a ve 1930'lu yıllara götürüyor. Tüm zamanların klasiği Citizen Kane/Yurttaş Kane filminin senaristi Herman Mankiewicz (Mank) karakterini öne çıkartarak "perde arkasında neler oldu" tarzı heyecan yaşatan Mank, iyi bir film olmasının yanı sıra sahip olduğu nostaljik atmosferle Akademi üyelerinin kalplerini fethedecek kapasiteye sahip.
Haldun Armağan
16 Mart 2021, Ankara