Tamamen bir traji-komediye dönüşen günlük hayat pratiği sayesinde "şaşırmak" bile refleks olmaktan uzaklaştı. Kyoto sözleşmesini imzalamayan, kalkınma yolundaki (uzun, ince ve duble, ama hiç bitmeyen o yol) ülkeler arasında çevreyi kirletme ve doğayı katletme şampiyonluğunu kimseye kaptırmayan Türkiye, sanki Marslılar gelip dere yataklarına toplu konut yapmış ve ormanları otoba çevirmiş gibi sakin ve kayıtsız. Plansız kentleşmenin sonucu olan plansız sanayileşme, altyapı eksikliği ve büyük kentlerdeki kalitesiz yakıt kullanımına bağlı hava kirliliği -seçim yatırımı olarak dağıtılan kömürler diye okuyabilirsiniz- akıl almaz boyutlara ulaşmış durumda. Yağmurlar birer doğal afete dönüştüğünde, İstanbul'da deniz ve kara birleştiğinde, Ankara'ya nihayet deniz geldiğinde(!) gelecekte bizi nelerin beklediğini de gösteren açıklama şöyle: "Küresel ısınmaya bağlı sorunlarla karşı karşıyayız, yapacak birşey yok."
Küresel ısınmaya karşı atmosfere salınan karbon gazının sınırlanması en basit tedbirlerden biri. Bu konuda da dünya lideriyiz. Birleşmiş Milletler iklim raporlarına göre yüzde 75'lere varan oranla karbon gazı salınımında dünyada en hızlı artış kaydeden ülke Türkiye.
Ufukta İstanbul kuzey ormanlarının sıfırlanması görünüyor; böylece "küresel ısınmanın sonuçları" adlı piyesin ikinci perdesini hep birlikte izleyeceğiz; o zamana kadar sel sularına kapılmadıysak!
Bütün bunlar çevre koruma konusunda gözönünde olan örnekler. Bir de çevreyle dost görünümü altında doğa katliamına uluslararası saygınlık kazandıran gayet vahim tuzaklar var. Televizyonu bir "aptal kutusu" olarak gördüğü için ekranda belgeselden başka program izlememeye çalışanlar acaba bütün dünyanın çoğu zaman bir "reality show" tadında sunularak pazarlandığının farkında mı?
Uluslararası medya tekellerinin kontrolünde olan National Geographic, Discovery gibi kanallar giderek tamamen bir "modern survivor" hattına dönüştü. Alaska'da, Antarktika'da veya insanların yaşamadığı herhangi bir bölgeye (ulaşım araçları, kamera ve teknik ekip eşliğinde) ulaşıp, buralarda hayatta kalma mücadelesi vermek, son derece özenilecek bir tarz olarak sunuluyor. Doğal dokuya ve oranın canlılarına verilen zarardan, hatta onların yaşam alanının işgalinden asla bahsetmeksizin. Afrika'nın bir ücra köşesine helikopterle bırakılıp, bir ay boyunca bitki kökü ve sürüngenlerle beslenen "kahramanı" takip eden güya doğa dostu belgeseli hayranlıkla izlemek, karıncanın yumurtasına bile rahat vermeyip "gençleşme iksiri" diye pazarlayan kozmetik sektörünün korkunçluğundan çok farklı şeyler değil.
Son zamanlarda "çok şık ve moda" etiketiyle pazarlanan dev yolcu gemisi seyahatleri ise çevre katliamının tamamen uluslararası sulara taşınmış hali. Onbine ulaşan yolcu kapasitesiyle adeta bir yüzen ülkeye dönüşmüş lüks gemilerin çokuluslu sularda seyretmesi sırasında inanılmaz boyutlara ulaşan deniz kirliliği, kimyasal atıklar ve çöp sorunlarının mevcut uluslarararası sözleşmeler ile denetlenmesi mümkün olmuyor. Zaten göstermelik bir takım formaliteler dışında adamakıllı denetlenmiyor da. Daha da kötüsü, başta Amerika olmak üzere lüks yolcu gemiciliği dünyada başlıbaşına bir sektör olduğundan "ekonomik menfaatler" ağır basıyor. Böylece küresel ısınma ve çevre kirliliği yüzünden yokolan buzullardan şikayet eden ABD, devasa gemilerle Alaska'ya yolcu taşıyıp eriyen buzulları rahatça seyirlik bir olay olarak pazarlayabiliyor. Denize karışan dev buzullara hüzünle bakan yolcular, en vasatı 200 bin ton ağırlığa sahip o geminin verdiği zararı da düşünüyor mu, pek emin değilim.
Böylesine büyük ve kitlesel bir sorun karşısında bile pratik çareler var. Çevreye ilişkin söylemlerde baştan sona sorgulayıcı olmak ve düşünce ile eylemlerin birbiriyle çelişmesine karşı uyanık olmak gibi. Bir başka çare de sinemanın uyarıcı, dikkat çekici gücüne sığınmak: 2012 yapımı "The Bay" (Barry Levinson) ve 2011 yapımı "Hell" (Tim Fehlbaum) iyi bir başlangıç olabilir.