Kurumsal yapı ve ulusal belleğin her fırsatta yerle bir edildiği ülkemizde bir yüzakı kurum daha ciddi biçimde yaralandı. Aylar öncesinden programını belirleyip, 4 Nisan'dan beri devam eden 34. İstanbul Film festivali, Kültür Bakanlığının "eser tescil belgesi" bahanesiyle sansür ve yaptırım tehdidiyle karşı karşıya geldi. Buna tepki olarak Ulusal Yarışma, Ulusal Belgesel Yarışması, Uluslararası Yarışma, İnsan Hakları Yarışması, Yarışma Dışı ve Yeni Türkiye Sineması bölümlerinde gösterilen filmlerin büyük çoğunluğunun gösterilmemesi kararı alındı. Festivalin kapanış töreni de iptal edildi.
Aslında 2004'ten beri varolan, ancak son 3-4 yıldır uygulanması talep edilen bu yönetmeliğin "yeri geldiğinde" kullanılmak üzere kurgulanmış bir denetim yöntemi olduğu çok açık. Festivallerin yegâne özelliği, tarzı ne olursa olsun tüm nitelikli filmleri seyirciyle buluşturmaktır. Eser işletme ve tescil belgesi gibi bir bürokrasi yalnızca ticari gösterimle birlikte gündeme gelir. Zaten festival kapsamındaki yabancı filmler için böyle bir zorunluluğun olmaması, yönetmeliğin kendisi kadar uygulamadaki keyfiliği de belirginleştiriyor.
Burada esas amacın kayıtdışılığı önlemek olduğunu iddia edenler ise düpedüz zekâmızla alay ediyor. Programını cümle âleme duyurmuş ve bilet satışlarını çoktan tamamlamış bir festival filmine 11 Nisan'da (yani açılıştan bir hafta sonra) bakanlık yazısı gönderilerek, "Kuzey-Bakur" isimli belgeselin tescil belgesi uyarısı yapılmasında samimiyet olabilir mi? Bu belgeselin meselesi PKK yerine "paralel yapı" olsaydı aynı uyarı ve yaptırım tehdidi gündeme gelecek miydi? Benzer şekilde Antalya film festivalinde bizzat jüri tarafından sansürlenen eser Gezi ile ilgili değil de, mesela Çanakkale Savaşlarında Atatürk diye bir figür olmadığını savunan (benim önerim "Son Mektup") bir film olsaydı bürokratik baskı mı görür, yetkililerin yoğun ilgisine mi mazhar olurdu?
Hâl böyleyken sinemacıların üzerinde dikkatle düşünüp değerlendirmesi gereken asıl soru; ne zaman ve nasıl tepki verileceğidir. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı, sansür baskısına tepki olarak filmlerini çeken ekiplere "gösterim saatlerinde sinema salonlarına gelin ve size ayrılmış olan bu süreyi bir tartışma alanına çevirin" diyor ki gayet yerinde bir öneri. Ancak etki gücünden çok emin değilim. Biletleri iade edilmiş bir filmin seansında sadece tartışma dinlemek üzere salonu dolduracak olan sinemaseverlerden sözediyoruz. Yanılmış olmaktan elbette mutluluk duyarım.
Toplamda 22 filmi festivalden çıkarmak yerine her gösterimin başında veya sonunda sansür ve baskıcı zihniyet üzerine bir platform oluşturup, "Kuzey" ya da herhangi bir başka film için dayanışma ruhunu sağlamlaştırmak bir alternatif olarak düşünülmeli. Sosyal medyanın özellikle sansürlenen filmler ve belgeseller için benzersiz bir mecra olduğunu da unutmadan.
Neden bütün bu eziyet ve dayatmalar belgesellere yönelik diye düşünebilirsiniz. Yanıtı hem basit, hem de acıklı: Kurmaca dediğimiz sinema filmlerinin büyük çoğunluğu eser işletim belgesinin yanı sıra bakanlıktan parasal destek alabilmek uğruna zaman içinde inanılmaz bir oto sansür mekanizması geliştirdi. Birazcık "çıkıntılık" yapanı ise bizzat sektör bin pişman ediyor. Aileden sinemacı olan Levent Soyarslan "Oflu Hocayı Anlatmak" isminde bir film yaptı; otoriteye yönelik eleştirel tavır var diye korkan işletmeciler yüzünden gösterilecek salon bulamıyor ve 20 Mart'tan bu yana bekliyor!
Geçenlerde bir televizyon programına katılan yönetmen ve oyunculardan oluşan ekip, yeni vizyona giren son filmini tanıtırken, komedi tarzındaki filme "7 yaş" grubu sertifikası verildiğini gururla anlatıyordu. Artık gerisini siz düşünün. Sinema filmleri gönüllü birer uslu çocuğa dönüşünce geriye kala kala belgeseller kaldı. "Belgeseller ne kadar izleniyor" demeyin; amaç çok küçük bir grup bile olsa o izleyenlerin de önüne set çekmek. Zihniyet olarak sansür tam da böyle birşey; önce en masum haliyle çoğunluğun kabul edebileceği şeylerle işe başlar ve bir virüs gibi tüm zaman ve zemine yayılır.