Uluslararası yapım olanakları ve Avrupa Birliği fonları ile eskiye göre kaynaklarını ve hareket kabiliyetini fazlasıyla arttıran yeni dönem Türk sineması, konu hikâye anlatmaya gelince içe kapalı, soyut bir tavır sergiliyor. Sinemacıların "elinin rahatlaması" düşünsel çeşitlilik ve yaratıcılığı beraberinde getirmiyor. Nedenleri "somut ve soyut sansür" üzerinden değerlendirmek mümkün.
İstanbul festivalinde yeralan Lars Von Trier'in "İtiraf/Nymphomaniac I-II" filminin dağıtımcı firması Türkiye gösterimi için denetleme kuruluna başvurduğunda 2014 senesinde akıllara durgunluk verecek bir kararla karşılaştı: Kurul filme herhangi bir yaş sınırlaması getirmemiş, tamamen yasaklamıştı! Elbette 21. yüzyılda sansürün telaffuz edilmesi bile kabul edilemez bir durumdur. Ancak sansüre karşı siyasi muhalefetten ciddi bir tepki gelmemesi ve yasaklama kararının çoğu sinema sektörü temsilcilerinden oluşan bir kurul tarafından alınması meselenin esas vahim boyutudur.
Türk sinemasının sansürle mücadelesi kendi tarihiyle eşzamanlıdır. Halktan gerçeklerin saklanması ve farklı dönemlerin toplum mühendisliği bağlamında bir ibret belgesidir aynı zamanda. Gerekçesi ne olursa olsun, yasaklı filmlerden hareketle siyasi tarihi de okuyabilirsiniz. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın eserinden uyarlanan "Mürebbiye" filmini 1919'da yasaklayan zihniyet, İstanbul'u işgal eden yabancı kuvvetlerin "kötü gösterilmesini" istemiyordu. 1963'te Türk sinemasının başyapıtlarından "Susuz Yaz" filmi "kamu düzenine karşı sakıncalı" olduğu gerekçesiyle yasaklandı. "Geceyarısı Ekspresi" ya da "Ararat" gibi yabancı filmleri Türkiye'ye sokmayan sansürcüler fazlasıyla traji-komik bir tablo sergilediğinin farkında bile değildi. Bütün dünya Türkiye'yi kötü gösterdiği iddia edilen filmleri izleyip, yorum yapabilirken, biz Türkler seyredemiyorduk!
Bugünkü tablo eskisinden daha iyi bir duruma işaret etmiyor. Üstelik yasakçı zihniyete karşı geliştirilen "oto sansür" odaklı yeni bir tarz savunma mekanizması sözkonusu.
Sinema dünyası toplumun daha tutucu ve daha hoşgörüsüz olduğu varsayımına dayanarak senaryo üretiyor ve karakterlerini buna göre kurguluyor.
İktidar destekli tutucu zihniyetin oluşturduğu iklim şartları, yalnızca yenilikçi akımlara yönelimi daha az tercih edilir hale getirmekle kalmıyor; aynı zamanda sinemanın değiştirici ve dönüştürücü gücünü kullanma konusunda sanatçıların eline görünmez bir kelepçe takmış oluyor.
Buna karşı direnen sinemacıların önünde iki seçenek kalıyor: Ya Onur Ünlü'nün "İtirazım Var" filminin başına gelenlere razı olmak; ya da yalnızların varoluş sıkıntıları odaklı filmlerle güvenli ve sanatsal sularda gezinmek.
"İtirazım Var"ın en büyük suçu(!) camide işlenen cinayeti çözmeye çalışan imamın hikayesini steril şablonlar kullanmaksızın, hayatın içinden gelen bir karakterle anlatmasıdır. Denetim kurulu bu çizgidışılığı adeta pornografi seviyesine indirgeyip, yapımcıyı ticari anlamda bitirmekle eşanlamlı olan +18 sınıflandırması gibi bir garabete imza attı.
Burada verilmek istenen örtülü mesaj anlaşılan yapımcıların zihnine çoktan kazınmış. Bu tarz başağrıtıcı durumlardan kaçınmak ve muhtemel ticari riskleri önleme kaygısıyla başbaşa bırakılan Türk sineması, toplumsal gerçeklerle örtüşmeyen hikayelerini, genel seyirci kitlesi nezdinde karşılık bulması epeyce güç olan karakterler üzerinden nakletmeyi tercih ediyor.