Türkiye’de bazı akademisyen-müzisyenler bu ülkede bir milli müzik politikasının olmayışının temel bir eksiklik olduğunu dönem dönem vurgularlar. Bu tür serzenişleri –bir milli edebiyat politikası, milli şiir politikası, milli tiyatro politikası, milli mimari, milli resim ya da milli heykel politikası yoksunluğundan hayıflanmayı– bu alanların sanatçılarından, akademisyenlerinden kolay kolay işitemezsiniz oysa. Onlar bu tartışmaları çoktan aşmış, geride bırakmıştır. Bu beklenti müzik sanatında dile getirildiğinde ise nedense yadırganmaz. “Milli Müzik Politikası”nın ima ettiği, kimi zaman açıkça vurguladığı temel “sorun” bu ülkenin bestecilerinin, özellikle bestecilik eğitimi alan gençlerinin doğru yönlendirilmemeleridir. Ülkemizin çoksesli müzik besteciliği, bazılarına göre Cumhuriyet’in ilk yılarından başlayarak yanlış bir yörünge üzerine oturtulmuştur. Bu bir. İkincisi, yeni yetişen bestecilere ve halen eser veren bestecilere bir yön çizmek gereklidir. Her iki görüşle de kayda değer düzeyde sorunlarım var. Gel gör ki bu konulara odaklanan bir yazı kaleme almayı yıllar ihmal etmiş bulunuyorum. Okumakta olduğunuz yazının odak noktası bu değil. O nedenle burada kısa değinmelerle yetinmek zorundayım.
Genç bestecilerin iyi tanımlanmış bir ideolojik ve estetik yönlendirmeyle doğru yolu bulacaklarına inanan kişilerin bu ülkenin genç bestecilerini ne ölçüde tanıyor olduklarından kuşku duyarım. Bunun ötesinde, bu müzisyenler besteciliğin özünde neyin yattığından da bihaber görünmektedir.
Bestecilik, bir insan evladının nakşettiği seslerin bir başka insan evladının iç dünyasında karşılık bulması, ona nüfuz etmesi, onu dönüştürmesi ve yeniden can bulmasıyla ilgili bir uğraştır. Sesi yaratan, esinleyen bir başka sestir; doktrinler, bildiriler, ideolojik çerçeveler değil. Büyük besteciler, derin iz bırakan ses dünyalarından bolca inşa ettikleri için kendilerinden sonra gelen bestecileri (zaman ve mekân boyutunda) o ölçüde geniş etkilemişlerdir. Çaykovski olmasaydı Rahmaninof olmayacaktı (ya da bizim bugün bildiğimiz Rahmaninof olmayacaktı), Rus Beşleri olmasaydı, hele Rimski-Korsakof gibi bir besteci olmasaydı Stravinski olmayacaktı. Cumhuriyet kuşağı bestecileri ve bizleri ses dünyalarıyla esinleyen, besleyen sonraki kuşaklardan bazı besteciler olmasaydı bizler de bugün başka bir yerde, farklı bir düzlemde olacaktık. Daha iyi bir noktada olabilir miydik? Sanmıyorum.
Lorenzo Bianconi, Il seicento adlı kitabının İngilizce çevirisi (Music in the Seventeenth Century, Cambridge University Press, 1987) için kaleme aldığı önsözde, 17. yüzyılın, İtalya’nın Avrupa müziğinde egemenlik kurduğu son yüzyıl olduğunu belirtir. İtalya, aslına bakılırsa, önceki ve sonraki yüzyılların hiçbirinde Avrupa müziğinde 17. yüzyılda olduğu ölçüde belirleyici konumda olmamıştır. Ne mutlu o İtalyanlara ki bir milli müzik politikaları yoktu. Dahası, 17. yüzyılda bugün bildiğimiz anlamıyla bir İtalya bile yoktu. O dönemde krallık ve prensliklerden mürekkep, parça parça bir coğrafyaydı İtalya. Peki neleri vardı? Bestecileri, müzisyenleri, çalgı yapımcıları, nota yayıncıları, operaları, konser mekânları ve bütün bu kişi ve kurumları destekleyen bir yapılanma. 17. yüzyıl İtalyasının çalgı yapım ustaları bugünün ölçülerinde bile eşsiz kabul edilir. O dönem İtalyasının bestecileri, yaylı çalgılar ekolü, operanın o yüzyılda o topraklardaki doğuşu, bunların her biri ayrı kitaplara konu olacak kapsamdadır. Milli müzik politikası, Türkiye’de bestecilerin, yorumcuların ve kurumların verimliliğinin arttırılması, müzisyenlerin yeni konser mekânlarına, opera evlerine kavuşturulması, genç müzisyenleri ve orkestraları destekleme, müzik yayıncılığını geliştirme ve benzeri kapsamlarda dile getiriliyorsa buna kimse karşı çıkamaz elbette. Bu bağlamda, son iki yıl içinde açılışları yapılan yeni CSO ve AKM salonlarının Türkiye’nin müzik ve sahne sanatları yaşamına yeni bir ivme getireceği kesindir. Bu vesileyle, Kültür ve Turizm Bakanlığı başta gelmek üzere, bu yapılara emek veren, onları bugünlere taşıyan bütün kişi ve kurumlara bu ülkenin bir müzisyeni olarak gönülden teşekkür ediyorum. Darısı diğer şehirlerimizin başına.
Ali Ekber Çiçek’in Haydar Haydar’ını ilk kez ne zaman dinlediğimi hatırlamıyorum. 1990’ların sonları ya da 2000’lerin başları olmalı. O dönemde Ali Ekber Çiçek’in kendi sesi ve sazıyla televizyonda da dinlemiş olduğumu hayal meyal hatırlıyorum. 2011 yılında Hamburg Filarmonisi Oda Topluluğu’na yapıt bestelemek üzere konuk besteci olarak davet edildiğimde kentin güneyinde, Wilhelmsburg’da, ağırlıklı olarak göçmen ailelerden gelen çocukların öğrenim gördüğü bir lisede seminer vermem ve atölye çalışması yapmam istenmişti. Şubat ayındaki ilk ziyaretimde verdiğim seminerde çoksesli müzik bestecilerimizin üzerinde çalıştığı halk ezgilerinden örnekler dinletmiştim. Mavilim türküsünün çok eski bir kaydının ardından Adnan Saygun’un ses ve orkestra için işlediği aynı türküyü, daha sonra özgün haliyle ve İlhan Baran’ın ses ve piyano için etkileyici işçiliğiyle Ferayi türküsünü dinlemiş ve üzerinde konuşmuştuk. Arada başkaca neler dinledik, konuştuk hatırlamıyorum. Béla Bartók’un 1936’daki Osmaniye derlemesinden bazı ezgiler dinletmiş olabilirim. Seminerin sonunda Ali Ekber Çiçek’in Haydar Haydar’ını, Çiçek’in TV’den alınma görüntülü bir kaydıyla sunmuş, ardından, aynı deyişin bugün pek az bilinen ama benim usta işi bulduğum koro için bir düzenlemesini dinlemiştik. (Swingle Singer’ın müzik yönetmeni Jonathan Rathbone’un yaptığı, Ondört Bin Yıl Gezdim adını taşıyan, TRT Ankara Radyosu Çoksesli Korosu’nun 35. kuruluş yılı onuruna yayınlanan albümde yer alan düzenleme.) Gençlerin ve öğretmenlerinin Ali Ekber Çiçek’in kendi yorumuyla dinledikleri Haydar Haydar’dan çokça etkilenmiş olmaları üzerine, mayıs ayında aynı okula yapacağım ikinci ziyaretin atölye çalışmasının konusu da bu eser oldu. Haydar Haydar’ın devingen ilk bölmesinden yaklaşık bir dakikalık bir kesiti, indirgenmiş bir notalamayla mart ayında öğretmenlerine gönderdim. Öğrenciler ellerindeki ritim çalgıları, piyano ve hocalarının elektro gitarıyla, göndermiş olduğum notaları temel alarak bir çalışma kotardılar. Mayıs ayında ortaya çıkan parça, Haydar Haydar’ın bazı motiflerinin uzak çağrışımlarıyla örülü, aksak ölçüler üzerine bir çalışma olmuştu. Sınıfta Türk öğrencilerin yanı sıra, İranlı ve Ortadoğulu öğrenciler çoğunluktaydı. Hepimiz için güzel bir buluşma oldu bu iki seminer. Finlandiya asıllı, amatör bir rock grubunda gitar çalan müzik öğretmenleriyle temasım İstanbul’a dönüşüm sonrasında da uzunca bir süre devam etti.
Haydar Haydar’la 2011 yılındaki bu ilk buluşmam ileride bir orkestral yapıta evrilsin istiyordum. Bunun ne zaman, hangi koşullarda olacağı konusunda bir fikrim yoktu. O dönemde Unkapanı’ndaki İMÇ’ye giderek, Anadolu Müzik’ten Ali Ekber Çiçek’in birkaç CD’sini aldım. Haydar Haydar’ın içinde yer aldığı “Yolumuz Gurbete Düştü” birkaç yıl bir köşede bekledi, ta ki 2015 yılının haziran ayının ortasına kadar. Değerli dostum, piyanist-müzikolog Türev Berki, Hacettepe Üniversitesi’nin vereceği bir ödülün seçici kurul çalışması için beni Ankara’ya davet ettiği gün bu CD arabamdaydı. Lakin dönüşte, Atatürk Havalimanı’ndan evime kadar olan yolda can bezdiren bir E5 trafiği pusuda bekliyordu. O yaz başı akşamı, 1 saat 50 dakikalık yol boyunca Ali Ekber Çiçek’in yorumladığı türkü ve deyişlere kulak verdim. Bazılarını 2-3 kez dinledim, Haydar Haydar’ı 12-13 kez dinlemiş olmalıyım. Yüksek sesle müzik dinlemeyi onlu yaşlarımdan bu yana severim; camları sıkıca kapayıp sesi güzelce açtım. Bağlamanın devingen, gür söylemiyle Çiçek’in dingin sesi arasındaki çarpıcı karşıtlığı, hikmetine ermeye çalıştığım o sözlerin yol açtığı yoğun yaşantıyı tarif etmeye çalışmayacağım. Mümkün değil. O üst üste dinleyişler, orkestral bazı çağrışımlara da doğal olarak yol verdi iç dünyamda. Eserin birbiriyle benzeşen ama birebir aynı olmayan hızlı bölmelerinden ilkini timpani solosu üzerinde kamışlı tahta üflemelilerin genizden gelen kalın ses çizgisiyle, ikincisini yaylıların büyük unisonuyla kurgulama düşüncesi o dinleyişlerde şekillendi.
Ertesi gün Çiçek’in o CD kaydındaki giriş doğaçlamasını, yaylıların ilk arpejlerini ve bağlamanın ilk bölmedeki devinimine karşılık gelen timpani solosunu notaya geçirdim. Belki bir gün daha bu orkestrasyon üzerinde çalıştıktan sonra maalesef uzunca bir kesinti girdi araya. Haziran ayının kalan günlerinde, gündelik yaşamımızın ayrılmaz unsurları arasında yer alan konservatuvardaki giriş sınavları ve öğrencilerimizin final sınavları bekliyordu bizleri. Sonrasında, beklemediğimiz bir anda babamı kaybettik. Yaşamının son döneminde hiç hak etmediği sıkıntılara muhatap olan babamın vefatını kabullenmem kolay olmadı. Üç ay boyunca tek bir nota yazamadım, çalışamadım. Her şeyin anlamını yitirdiği zor dönemlerden biriydi. Çalışma masamın başına dönüşüm Haydar Haydar’la oldu. Bu dönüşte Ali Ekber Çiçek’in 1937 doğumlu babamla aynı kuşaktan oluşu kadar, Çiçek’in kendi babasını çocuk yaşlarda, 1939 Erzincan depreminde yitirmiş olmasının yol açtığı duygudaşlık da etkili olmuş mudur bilmiyorum. Ali Ekber de babasını kaybetmesinin ardından kendini müziğe, bağlamaya vermiş bir delikanlıydı sonuçta –ya da ben onu o gözle görmek istiyordum. Müzik yazmaya er ya da geç, ama 6, ama 8 ay sonra dönecektim. Yine de Haydar Haydar sesler âlemine dönüşümü hızlandırdı, hayata tutunma enerjisi verdi. Bunu biliyorum.
Bağlama tınısıyla bu denli bütünleşmiş, özdeşleşmiş Haydar Haydar gibi bir müziği orkestral dünyaya taşımanın güçlükleri yanında imkânsızlıkları da vardır. Kendini bilen bir besteci elbette bunları bilerek yola çıkar. Özellikle vurgulanması gereken iki açmaz vardı önümde: 1) Bağlamada tele bir kez vurarak birbirinin peşi sıra (tril benzeri süslemelerle), yeri geldiğinde 4-5 ses elde etme ve bu sesler arasında açığa çıkan mikro ölçekli doğal kaymalar, portamento’lar. Bu kendine özgü ifade, deyiş, çeşni, usta yorumcuların elinde güçlü bir vokal nitelik de bahşeder bağlama, tanbur gibi çalgılara. Bu ifade orkestrada doğal yolla ancak yaylıların pizzicato’larıyla elde edilebilir. Öte yandan, aynı sehpada çalan iki yorumcunun süslemeli pizzcato’ları arasında bile güçlükle elde edilebilecek bir senkronizasyon bütün bir grupta, giderek geniş bir yaylı grubunda hiç sağlanamaz. Ayrıca, bu teknikte yaylı çalgıların gürlük düzeyi de ciddi ölçüde azalacaktır. 2) Bağlama, kendine özgü metalik tınılı bir çalgıdır. Orkestrada ne yapsanız bu tınıyı elde edemezsiniz; belki yaklaşmayı deneyebilirsiniz. (Bu tınıyı kendi orkestrasyonumda surdinli bakır çalgılarla, arpta hızlı tırnak glissando’larıyla, tamtamda çelik üçgen bagetiyle yapılan bazı tremolo’larla vb. simüle etmeye çalıştım. Yine de elde edebildiğim söylenemez.) Bu iki açmaza, vokal partinin (orkestrada insan sesi kullanılmadığı için) göz ardı edilmesi de eklenecekti hiç kuşkusuz. Bununla birlikte, bu sonuncu eksikliği diğer ikisi kadar önemli bir sorun olarak görmüyordum. Sözleri göz ardı etmeyi göze aldığınız sürece, bir şarkının, şarkılamanın taşıyıcısı olabilecek çok sayıda çalgısal/tınısal seçeneğiniz mevcuttur orkestrada.
Peki bunca güçlük, hatta imkânsızlık önünüzde dururken, Haydar Haydar gibi bağlamayla bütünleşmiş, virtüöz bir eseri orkestraya taşımak niye? Buna yanıtım şu olur: Bağlamanın bazı olanaklarına sahip olmamakla birlikte orkestra, ses rengi ve bileşim çeşitliliği, sunduğu genişlik, hacim/volüm imkânlarıyla eşsiz bir ses ortamıdır. Batı müziği senfoni orkestrası insanlık tarihinin en büyük keşiflerinden biridir. Bugünkü konumuna son üç yüzyıl içindeki yolculuğuyla gelmiştir. Evriminde hayal gücü geniş bestecilerin katkısı büyüktür; gelişimini tamamladığı bugün de söylenemez. Bestecilerin, yorumcuların, orkestra şeflerinin, çalgı yapımcılarının kolektif katkısıyla küçük ölçekli değişim ve dönüşümü halen devam etmektedir. Orkestraya inanıyorsanız, ondan uzak duramazsınız.
Buraya kadar anlattıklarımdan anlaşılmış olmalı: Haydar Haydar’ı orkestraya aktarmamı kimse istemedi benden. Günün birinde seslendirilir, çalınır/çalınmaz, dinlenir/dinlenmez diye düşünmüş de değilim. Ama mecburdum. Kimi eserler böyledir, doğmaları gerektiği için doğmuştur. 2015 yılının son aylarında yaptığım orkestrasyon bir yıl kendi köşesinde bekledi. 2016 yılının sonunda bir arkadaşımın bir başka vesileyle aklıma düşürmesi üzerine partisyonu bir e-posta ekiyle Cem Mansur’a gönderdim. Türkiye Ulusal Gençlik Filarmoni Orkestrası’nın şefi olan Cem Mansur’dan yanıt bir hafta kadar sonra geldi. Bu partisyonu TUGFO ile seslendirmeyi arzu ettiğini, ancak bazı vurma çalgıları temin etmenin kendisini düşündürttüğünü belirtti. Dediği gibi de oldu. TUGFO Haydar Haydar’ı önce İstanbul’da, ardından Berlin’de ve Çek Cumhuriyeti’nin üç farklı kentinde seslendirdi –ve bazı vurmalıları bulmaları kolay olmadı.
TUGFO’nun yetenekli gençlerinin, şefleri/hocaları Cem Mansur yönetiminde sunduğu yorum oldukça iyiydi. Yapıt yurtdışında övgü dolu sözlerle karşılandı. Gelgelelim, o günlerde içime bir burukluk yerleşti. Bu orkestrasyonda, hızlı bölmelerdeki ana temanın açığa çıkmasını engelleyen sorunlar vardı. Berlin konserini internet üzerinden canlı olarak izledikten sonra, sorunlu gördüğüm yerleri hemen ertesi sabah gözden geçirmeye koyuldum. Küçük bazı ayrıntılar üzerindeki revizyonlar sonraki yıllarda da ara ara sürüp gitti.
Birkaç yıl öylece geçti. 2020 yılının yaz başında CSO’nun yeni konser salonunun açılışı için bir yapıt istendi benden. Çoğul, epey yoğun geçen bir çalışma döneminin ardından, kendi adıma olağanüstü kısa sürede tamamlandı. Yeni salonun açılışı 29 Ekim 2020 için planlanmıştı. Açılış konseri o tarihte yapılabilmiş olsa bu eser büyük olasılıkla seslendirilmiş olacaktı. Salonun açılışı o tarihe yetişmedi, 3 Aralık’a ertelendi. Bu yeni tarih bu kez pandeminin Türkiye’deki 2. dalgasının zirvesiyle çakıştı. Salonun açılışı yapıldı ama 92 müzisyen gerektiren Çoğul programdan çıkmış olarak. Bütün bunları hayatın tuhaf tesadüfleri hakkında fikir vermek üzere buraya not ediyorum.
CSO’nun yeni sanat yönetmeni, orkestra şefi Cemi’i Can Deliorman’a bu siparişle ilgili yaptığımız ilk telefon görüşmesinde (orkestranın kadro genişliğini kastederek) “sınırlarımız nedir Cemi?” diye sorduğumda “sınır yok hocam!” demiş, ardından “4 kornoyu aşamayız, 6 kornom yok maalesef” diye eklemişti. Hayal gücümüzün genişliği mi demeli, saflığımız, naifliğimiz mi? Sonuçta, göze görünmeyen bir mahlukat belirledi sınırı: “iptal!” 2020 yılının yaz başının gerçekleriyle –“inanmak istediğimiz gerçeklerle” mi demeli?– sonbaharının gerçekleri birbirinden farklıydı. Dünyayı kasıp kavuran bir pandeminin ortasındaydık.
2021 yılının yaz aylarında, Cemi’i Can Deliorman’dan bu kez yeni bir öneri geldi. Kültür ve Turizm Bakanlığı, İstanbul’daki Atatürk Kültür Merkezi’nin açılışı kapsamında verilecek konserlerden birine Londra Filarmoni Orkestrası’nı davet etmeyi düşünüyordu. CSO’nun yeni konser salonunun açılışında seslendirilemeyen eserim göz önünde bulundurularak, AKM’nin açılışı için Londra Filarmoni Orkestrası’na teklif edilmek üzere 6-7 dakikalık bir eserim olup olmadığı soruldu. Orkestra yapıtlarımın hepsi 13-15 dakika uzunluğunda olduğu için, elimdeki tek seçenek Haydar Haydar orkestrasyonumdu. Nota benden istendiğinde kısa bir tatil için İstanbul dışındaydım. Haydar Haydar’ın son versiyonu bir başka genç şefimizde, Can Okan’da vardı. Kendisinden rica ettik. Partisyon internet üzerinden önce Ankara’ya, oradan Londra’ya gitti. Londra’dan üç hafta sonra onay gelmesi üzerine Haydar Haydar Londra Filarmoni Orkestrası’nın Türkiye’de vereceği iki konserin repertuvarına alınmış oldu. Bu seslendirmeyi gündeme getiren Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şefi Cemi’i Can Deliorman’a bir kez de buradan teşekkür etmek isterim.
Haydar Haydar’ın bu orkestral versiyonunun 2015 yılında gün ışığına çıkışını nasıl İstanbul’un trafiğine borçluysak, Londra Filarmoni’nin seslendirmelerini de pandemiye borçlu olduğumuz anlaşılıyor. Bu konserlerde –özellikle yeni AKM’nin açılışı kapsamında verilen konserde– tümüyle bana ait bir eser programa alınmış olsa bu denli mutlu olur muydum bilmiyorum. Bu çalışma, benim nazarımda halk müziği – batı müziği buluşmasının ötesinde anlamlar taşıyor. Ali Ekber Çiçek bu ülkede bizleri birleştiren değerlerden biridir. Çiçek’in Haydar Haydar’ı ise Anadolu’nun yüzlerce yıllık kültür mirasından süzülüp gelen bir ses mucizesidir. Bu görkemli salonun senfonik açılış konseri için daha ne isteyebilirdim?
Bu vesileyle şu hatırlatmayı da yapmak isterim: Beni Ali Ekber Çiçek’le buluşturan Haydar Haydar, Londra Filarmoni Orkestrası’nın repertuvarına giren ilk Türk yapıtı sanırım değildir. Hocam Ahmed Adnan Saygun’un Viyola Konçertosu’nun ilk plak kaydı, 1980’li yıllarda Londra Filarmoni Orkestrası’yla yapılmıştır. Konçertonun solisti Ruşen Güneş bu seçkin orkestranın uzun yıllar viyola grup şefliğini üstlenmiştir. Yapıtın o dönemde canlı olarak konserde de yorumlanıp yorumlanmadığı, bu kayıtta başarıyla görev üstlenen orkestra şefimiz Gürer Aykal’a sorulabilir. Besteci ve yorumcularımızın geçmişteki başarılarını unutmamalıyız. Bu kaydın ünlü İngiliz dergisi Gramophone’da yayınlanan bir eleştirisi o dönemde hocamız Saygun’a da ulaşmıştı; bu eleştiriyi çalışma odasında birlikte okuduğumuzu hayal meyal hatırlıyorum. Öte yandan, 1985 yılında yapılan bu kayıt ve seslendirmenin üzerinden tam 36 yıl geçmiş durumda. Bu çok çok uzun bir süre. Avrupa’nın ve dünyanın seçkin orkestralarıyla daha sık buluşmalıyız ve görev herkesten önce bu ülkenin bestecilerine düşmekte.
Benim Haydar Haydar’ım, Ali Ekber Çiçek’in yukarıda sözünü ettiğim plak kaydına dayanıyor (https://www.youtube.com/watch?v=MVc4pvAs3Dw). Yaylı çalgılardaki açık tellerin ve doğal doğuşkanların kullanımıma girmesi, ayrıca bütün çalgılarda kolaylık sağlaması için müzik Si bemol Nikriz’den La Nikriz’e taşınmıştır. Benim orkestral versiyonumda (belleğim bana oyun etmiyorsa) ilk kesite, ortalara ve en sona birer ölçünün (toplamda üç ölçünün) eklenmesi dışında yatay düzlemde (i.e. süre olarak) herhangi bir ekleme yoktur. Öte yandan, düşey düzlemde (armoni/çokseslilik, polifonik jestler, katmanlaşma, ritmik yoğunlaşmalar vb.) pek çok ekleme vardır. Bunların sayısı ve etkisi gözden geçirilmiş versiyonda azaltılmış olmakla birlikte yine de hissedilir düzeydedir. Benim Haydar Haydar’ımda Ali Ekber Çiçek’in müziği bir nehir gibi boylu boyunca akar. Nehrin içinden geçtiği topografya ise an be an değişmektedir. Kimi zaman derin vadilerin, kimi zaman âdeta bir tünelin içinde akar o nehir, kimi yerde ise geniş bir ova üzerinde bütün genişliğiyle açığa çıkar. Buna belki ışığın ve iklim koşullarının (bulutlanmanın, rüzgârın vb.) etkisi de eklenebilir. Kimi anlarda belki sesin fazlaca genişlemesi, gürlüğün artması nedeniyle güç hissediliyor olabilir o nehir. Güneşin fazlaca vurduğu bir görüntünün ya da çok yüksek sesle söylenen bir sözün anlaşılamaması gibi. Sonuçta bütün bu etki ve izlenimlerin ölçüsüne, dengesine, yeterlilik ya da yetersizliğine bir kişinin karar vermesi gerekiyor. O da bu müziği orkestral ses dünyasına taşıyan kişidir. Haydar Haydar’ın bu versiyonunda o kişi benim.
Londra Filarmoni Orkestrası’nın seslendirmeleri sonrası açığa çıkan bazı tepki ve değerlendirmeler, Haydar Haydar’ın bu yeni görünümünün bir orkestrasyondan ya da bilindik anlamıyla bir düzenlemeden öteye geçmiş olduğunu daha ileri düzeyde düşündürdü bana. Doğrudur. Lakin ben bir düzenlemeci ya da aranjör değilim, besteciyim. Kulağıma giren sesler (doğal olarak) görünmez aynalarda, merceklerde yansıyor, ışığın kırılmasına benzer biçimde yeni köşelere çarpıyor, sonra oradan da yansıyor, yeni seslerle birleşiyor, genişliyor, biçim değiştiriyor. Bu benim için doğal bir yaşantı.
Ali Ekber Çiçek’in müziği benim çalışmamda her ne kadar pek çok ayrıntısıyla orkestranın farklı grupları içinde akmakta bile olsa, çoksesliliğe ya da orkestranın kendine özgü söylemine ait kimi nitelikler, belki doğrudan benim kişisel duyuşumun bazı sonuçları, baştan sona akan o nehrin beklenmedik görünümlere bürünmesine yol açmıştır. Burada bağlama figürleri, yeri geldiğinde fagotlar ve bas klarnette, yeri geldiğinde bakır üflemeli çalgılarda, yeri geldiğinde timpanide yankılanmakta. Bazı kulaklarda salt bu durumun yol açtığı bir yabancılaşma etkisi bile söz konusu olabilir. Oysa benim duyuşum bu tür geçişkenliklere kendiliğinden yol veriyor.
Yıllar önce Mehmet Erenler’in “Bozlaklar” albümünün bazı parçalarını işittiğimde, bağlama sesi klavsen gibi yankılanmaya başlamıştı kulağımda. (Mehmet Erenler’in bağlamasını dinleyiniz. Yakın zamanlarda evinde yapmış olduğu kayıtları internette yayınladığını rastlantı sonucu keşfettim. Pandemi döneminin beklenmedik güzelliklerinden biri!) O günden bu yana klavsen için bozlak yazmayı hayal etmekteyim (henüz yapamadım). Yeri geldiğinde bir kontrbas kemençeye dönüşebilir (bunu yaptım). Haydar Haydar’ın bağlama motiflerini, indirgemeler yaparak yaylı çalgılara taşımanın benim nazarımda hiçbir çekiciliği yok. Tınısal dönüşüm, renk geçişkenlikleri her daim daha anlamlı, daha esinleyici geliyor bana. Müziğin başlarında işitilen timpani solosu benim Haydar Haydar’ımın giriş kapısıdır. Bir davettir bu. Kapıyı yarı açık tutarak davet olmaz, yarım ağızla yapılan davetleri sevmem. İçeriye giren girer, girmek istemeyen dinlemeyi o noktada bırakabilir.
Londra Filarmoni Orkestrası’nın seslendirmeleri pandemi dönemine rast geldi. Bu dönemde basılı konser programlarına erişemez olduk. Seslendirilen yapıtların bölümlerini, dahası ne olup ne olmadıklarını, dinleyiciler en iyi olasılıkla cep telefonlarına bakarak öğrenebiliyorlar. (Basılı konser programlarına en kısa sürede kavuşmamız gerekiyor. Yapıtları yorumlayan müzisyenlerin kimler olduğunu öğrenmemiz için de gerekli bu.) Bu koşullarda seslendirilen Haydar Haydar’ı konser salonunda, kendi bütünlüğü içinde dinleyen dinleyicilerden ne denli olumlu yorumlar geldiyse (bazıları bir bestecinin duyabileceği en güzel sözcük ve nidalarla bezeli), kesilip biçilip, tuhaf bir kolaja dönüştürülerek internete düşen “sahipsiz” üretimle ilgili de o denli olumsuz değerlendirmeler not düşülmekte. Batı müziğiyle ilişkisi sınırlı birileri, bu çalışmayı saygın bir İngiliz orkestrasının anlık bir esinlenmesi ya da doğaçlaması olarak bile görüyor olabilir, bilemiyorum. Sesler âleminde beğenmek kadar beğenmemek de haktır. Dahası, en çok tepki gösteren sanal dünya dinleyicilerinin müziğe –özellikle Ali Ekber Çiçek’in müziğine– derinden gönül vermiş kişiler olduklarını, verdikleri tepkinin düzeyinin yaşadıkları hayal kırıklığıyla doğru orantılı olduğunu değerlendiriyorum. Müzik böyle bir yaşantıdır işte. Bunu anlayabiliyorum. Bu açıdan o dinleyicilerle aramızda ruh yakınlığı olduğu da kesindir. Ancak onların ruh ikizlerim olduğunu söyleyemem. Zira benim kulağım yeni seslere açık. 30 yıl önce de açıktı, besteciliği bir meslek olarak seçmeden önceki dönemde de öyleydi ve bunun belirleyici bir fark olduğunu düşünüyorum. Bir müzik parçasında/eserinde, katlanamadığım demeyeyim ama daha zor katlandığım şey klişedir, basmakalıplıktır, hayal gücü yoksunluğudur, tutkusuzluktur.
Bir müzik yapıtı bir ses ortamından bir başka ses ortamına, hele bir müzik türünden bir başka müzik türüne taşınıyorsa, artık içine yerleştiği yeni ortamın koşullarına göre değerlendirilmelidir. Benim üzerinde çalıştığım haliyle Haydar Haydar artık bir senfonik müziktir. Bir senfonik yapıtın gereklerini yerine getirip getirmediği üzerinden de, kaynağıyla kurduğu ilişkinin hissedilir olup olmaması üzerinden de sorgulanabilir, sorgulanmalıdır. Bununla birlikte, usta bir yorumcunun sazından yankılanan bağlama ifadesini orkestradan beklemek boşunadır. (Bunun imkânsızlığını bu uzunca yazının başlarında açıklamaya çalışmıştım.) O artık yeni bir gezegendedir. O gezegenin kendine özgü koşullarına göre değerlendirilmelidir. Düzgün bir senfonik tınıya, dengeye, anlatıma erişemediği sürece, bağlama anlatımına yaklaşmış olmanın kendi başına hiçbir değeri yoktur. Bu yeni Haydar Haydar’ın öncelikle konser salonunda yankılandığı haliyle dinlenmesi ve öylece sorgulanması gerekir. Daha önce tek bir senfonik konsere gitmemiş Haydar Haydar sevdalıları da bu müziği lütfen, öncelikle canlı olarak bir konserde dinlesinler. Ali Ekber Çiçek’in yüreğindeki ateşin bir kıvılcımı bile düşmüyorsa içlerine, hesabını gelip benden sorsunlar.
Bu orkestral yapıtı konser programlarına yalnızca kendi adımla yerleştirmek zorunda olduğumu artık idrak etmiş bulunuyorum. Benim çalışmamın kaynağı bellidir. Bu yazı, bütünüyle o kaynağa, membaa, pınara bir saygı sunu olarak da anlaşılabilir. Bu vesileyle şunu da son bir not olarak eklemek isterim: Ne benim orkestral çalışmamın ne de diğer Haydar Haydar düzenlemelerinin/uyarlamalarının Ali Ekber Çiçek’in müzisyen kimliğine, anısına zerre miskali zararı yoktur. Çiçek’in benim birlikte yola düştüğüm plak kaydı da görüntülü kayıtları da mevcuttur, “mihenk taşı” oradadır.
Bu orkestral Haydar Haydar konser programlarında yer aldıkça, yapıtın bağlandığı kök, program notunda gereğince vurgulanacak –doğacak muhtemel telif hakkının yarısı ait olduğu yere, Ali Ekber Çiçek’in sevgili kızı Ebru Çiçek’e gideceği gibi. Gelgelelim, partisyonun kapağına yerleştirdiğim “Çiçek/Manav” künyesinden feragat etmekle, bu iki soyadının yan yana duruşlarının tuhaf güzelliğinden de yoksun kalmış bulunuyorum. Ve ben bunun hesabını kimden sormalıyım bilmiyorum. (Kendimden herhalde.)
ÖZKAN MANAV
4 Aralık 2021, İstanbul
https://www.sanattanyansimalar.com/video-detay/ozkan-manav-haydar-haydar-lfo/101/