Antalya’da güzel bir “çağdaş sanat fuarı” ziyareti yaptığımı söyleyebilirim. MSR Fuarcılık ve Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği ortak projesi olarak düzenlenen etkinlikte; sanatın resim, heykel, seramik, fotoğraf ve baskı dallarının yer alacağı duyuruldu. Ancak, fotoğraf ve baskı konulu bir bölüm ya ben kaçırdım ya da yoktu fuarda.
Yadırgadığım bir konu, afişlerinde ya da sosyal medya paylaşımlarda organizasyonun “VİP açılış” tanımı kullanmasıydı. Özel konukları olabilir bir fuarcılık firmasının, doğaldır da. Ancak bunu neden afişe taşır, sosyal medyaya taşır, anlamadım.
Bir de fuara giriş ücreti konusu var ziyaretçiler arasında çok tartışılan. Fuara girişin ücretli olduğuna dair hiçbir bilgi yoktu tüm duyuru aparatlarında. Ücret talep edip, bilet/fiş herhangi bir belge verilmemesi esas itiraz konusuydu. Bir etkinlik girişi elbette ücretlendirilebilir. Ama ziyaret öncesi bunun duyurulması, bilinmesi gerektiğini düşünenlerdenim.
Fuarı gezerken rastladığım sanatçılardan biri de DSP eski genel başkanı Zeki Sezer idi. Bir siyaset erbabının sanat dallarından en az birisiyle uğraşması/ilgilenmesi gerektiğini düşünen yurttaşlardanım, Sayın Sezer’i orada, ressam kimliğiyle sanatın bir parçası olarak görmekten mutlu olduğumu belirteyim.
Antalya Çağdaş Sanat Fuarı, “Cumhuriyetimizin 100. yılında fuarın, ülke kültürümüze katkısı, sanatın Anadolu’ya yayılması, sanatçının bilinirliği ve yeni koleksiyonerlere, halka ulaşması açısından çok önemli” diye tanımlamış ilkeleriyle ilgili esas hedeflerini.
Antalya Çağdaş Sanat Fuarı’na 150'den fazla Türk sanatçı ve Rusya, İran, Azerbaycan, Ukrayna, Avusturya, İtalya ve Fransa'dan toplamda 50'den fazla yabancı sanatçı katılmış.
Projenin fikir sahibi ve koordinatörü Mehmet Ali Doğan’la da tartıştığımız bir sözcük “fuar”. Hemen baştan belirteyim, “fuar” tanımına takıldım. Sanat eserlerinin ticari tanım olan fuar sözcüğü çerçevesinde ele alınmasını yadırgadım. Birçok kişiyle de görüş alışverişinde bulundum, az sayıda benim gibi düşünen, çoğunlukla da tanımın doğruluğunu onaylayan görüşler ortaya çıktı. Doğal olarak, M.A.Doğan da fuar tanımın doğru olduğunu, sanata ve sanatçıya bu kavram üzerinden artı değer katacağını söyledi. Saygı duyacağım bir sonuç.
Mehmet Ali Doğan etkinliğe ilişkin görüşlerini GÜSAD sayfasında şöyle dile getirmiş: “Antalya’nın Turizm yönünden birçok ile göre gelişmiş olması, dünyada bilinirliği ayrıca tarihi alanların çokça oluşu, çağdaş sanat fuarı yapmak için güzel veriler. Bir yandan Antalya da yaşayan birbirinden kıymetli çok sanatçı var; Güzel Sanatlar Fakültesi’nin varlığı ayrıca hazır bir potansiyel güç olarak yerinde duruyor. Sanatçılar heyecanla halen atölyelerinde üretmeye devam ediyorlar.
Fuarın kapıları tüm sanatçılara açıktır. İlkini gerçekleştireceğimiz Antalya Çağdaş Sanatlar Fuarı için herhangi bir konsept, tema ve ya kavram belirlemedik ve şimdilik düşünmüyoruz. Sanatçının fuarlara katılımı galeriler aracılığıyla olmalı, üçlü bir yapıdır bu. Dolayısıyla eserlerin pazarlama kısmı daha çok galeri sahibi, sanatçı ve alıcı diyalogu ile olması en doğru yöntem. Antalya da yüzlerce Otel mevcut, zengin, kültürlü ve yatırımının bir kısmını sanata yapabilecek insanlarımız mevcut diye düşünüyorum.”(*)
CELAL BİNZET'İN KONUŞMASI
Fuar etkinlikleri çerçevesinde çok sayıda konferans da gerçekleşti. Bunlardan “Sanatın Anadolu’da Yaygınlaştırılması ve Sorunlar” başlıklı olanını izledim, konuşmacı ressam ve sanat yazarı A. Celal Binzet idi. Konuşmayı özetleyerek aktarayım:
“…Atatürk ve Kurucu Kadro’nun önemli rolünü biliyoruz. Kültür sanat alanında Atatürk’ün yaptığı çok büyük devrimdir. Antalya’da, Adana’da fuar yapılıyorsa, bu o köklü dönüşümün, onun itici gücünü oluşturan Atatürk’ün anlayışıdır. Sanat İstanbul dışına çıkartılıyor ve Anadolu’ya yaygınlaştırılıyor. Kültür Bakanlığı var o dönemde. Avrupa’ya burslu gönderilen ilk öğrencilerden 14 kişisi sanatla ilgilidir. Savaştan yeni çıkmış, borç içinde bir devlet yurtdışına burslu gönderdikleri öğrenciler sanatsal alanda görevlendirilmiş olanlardır. Bursa’da, Şark Sineması’nda yaptığı konuşmada Atatürk, ‘Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, o milletin ilim ve fen yolunda ilerlemeye hakkı yoktur’ der.
1932’de Gazi Terbiye Enstitüsü açılıyor, Almanların Bauhaus ekolü sanat anlayışı benimseniyor…1938-1943’e kadar her yıl 10 ressam çeşitli illere gönderiliyor. Ressam Cemal Tollu Antalya’ya geliyor 1938’de, Elazığ’a da giden var. ‘Oraya gideceksiniz, 1-2 ay kalacaksınız’ diyor ve devlet giderleri karşılıyor. Günümüz koşullarına göre devlet çok iyi ödemeler yapıyor. Sanatçıların her türlü gereksinimini karşılayacak bir ödeme sistemi kuruluyor, ‘dönüşte iki resminizi satın alacağız’ deniyor. Kaç tane çalışırsanız çalışın, ikisini devlete getirip paranızı alacaksınız! Çok iyi ödemeler yapılıyor kendilerine.
Bunun iki amacı var. 1- Ressamlar o fildişi kulelerinden çıksın, 2- Anadolu insanı bir sanatçıyı tanısın. Bir sanat yapıtı nasıl ortaya konuyor onu görebilsin, yaşasın. Bugün çalıştaylar yapılıyor, onun gibi yani. O gün için çok büyük bir devrim harekatı, ilk kez Anadolu insanı bir ressam görüyor.
1945 ve 1946’da iki yıl 10’ar sanatçı daha gönderiliyor. 1946 yılında Yurt Gezileri ve Yurt Resimleri sonlandırılıyor. Yurt Gezileri Yurt Resimleri sürerken 1936-37 de bir başka oluşum var. Milli Eğitim Bakanlığı’nda bir başka hazırlık yapılıyor. ‘Ressamlar hep İstanbul’dan çıkar’ görüşü var ya, bu tabuyu yıkmak için hazırlanan bir proje var; Devlet Resim ve Heykel Çalışması ve Sergisi Yarışması. 1939’da başlıyor ve Türkiye’nin en uzun soluklu sanat projesidir. Birkaç ay önce 76.sı açıldı.
Amaç şu; Anadolu’da resme yetenekli birileri mutlaka vardır. Hevesli birileri vardır, onları da bu sanat olayının içine katmamız gerekir, onlara da bir olanak tanımaktır, sanat hareketinin içine çekmektir. Hem sanatı zenginleştirmek hem de Anadolu insanını bu oluşumun içinde kalmasını sağlayarak toplumsal bir ivme kazandırmaktır.”
Binzet, 1946’dan itibaren Demokrat Parti’nin, Köy Enstitüleri’ne yaptıklarının benzerlerini sanata da yaptığını örnekleriyle anlattı, yazı uzadığı için detaylandırmadım.
Sonuç olarak, üst üste iki gün gezdiğim “fuarı” ve içeriğini çok beğendim. Eksikler de çoktu, ancak bu organizasyonun ilk olması toleransı artırıyor. Nitelikli çok sayıda eser yer alıyordu, emek verenlere teşekkür ederim.
SENFONİ'DE GÜZEL PROGRAM VE SES
Sergi sonrası, Cam Piramit’in hemen yanıbaşındaki AKM Aspendos Salonu’na geçip ADSO’nun haftalık olağan konserini dinledim. Antalya Devlet Senfoni Orkestra’sını bu konserde şef Raoul Grüneis yönetti, başkemancı koltuğunda uzun aradan sonra Mine Yiğit’i gördük. Solist sanatçılar; Sara Ferrandez (viyola) ve Nihan İnan (soprano)i di.
Program, R.Schumann “Messina’nın Gelini Operası Uvertürü” ile başladı. Daha sonra viyolasıyla, konuk sanatçı Sara Ferrandez geldi sahneye ve Bohuslav Martinu, “Rapsodi-Konçerto”yu seslendirdi.
2. bölüm R.Wagner “Wesendonck Şarkıları” ile başladı. Soprano Nihan İnan’ın enfes sesiyle dinledik bu şarkıları:
Der Engel
Stehe still!
Im Treibhaus (Studie zu Tristan und Isolde)
Schmerzen
Träume (Studie zu Tristan und Isolde)
Konser, yine bir R. Wagner yaratısı, “The Siegfried Idyll” adlı senfonik şiirle sona erdi. Konserde yer alan hem konçerto hem de şarkılar çok güzeldi.
Yılların sorunu şu alkış meselemize de değinmeden geçmeyeyim. İki haftadır konser öncesi yapılan anonslarla alkış sorunu tamamen çözüldü. Öyle anlaşılıyor ki, anonsların sürekliliği olursa “alkış sorunu” yaşamayacağız. Teşekkür ederim ADSO yönetimine.
Önümüzdeki konserde ADSO üyelerini dinleyeceğiz. Viyolacı Deniz Yılık ve trombonist Burak Baydar haftanın solistleri olurken orkestrayı genç ve başarılı şeflerden Tolga Atalay Ün yönetecek. Programda, G.P.Teleman “ Sol Majör Viyola Konçertosu”, J.G.Albrechtsberger “Alto Trombon Konçertosu” ve F.Mendelssohn “Yaylı Çalgılar Senfonisi No.11” yer alacak.
H. HÜSEYİN DULUN
21 Ocak 2024, Antalya