Ayaklarımda Bodrum tozu, dün akşam (06.08.2014) soluğu Çeşme’de Fazıl Say´ın “İlk Şarkılar Konseri”nde aldım.
“Aldın da ne kazandın” derseniz, bir kere Serenad Bağcan´ın sesinin bir şiire nasıl canlılık, renk, biçim kazandırdığını; usta piyanist Fazıl Say´ın parmaklarının şiirlere nasıl ahenk kattığını, işte tam o sırada da o sesin ve o tınıların eşliğinde içimin olamazcasına okşandığını duyumsadım. Fazıl Say, “Nazım Oratoryosu”ndan cımbızla çıkardığı “Balad”ı çalarken gözlerimi kapadım, gözlerimin önünde kapalı gözle ormanlar, ağaçlar, dereler, dipsiz kuyular, uçsuz bucaksız topraklar gözlemledim.
Âşık Veysel’in “Kara Toprak”ında bana gökten inme bir aydınlık içinde, bir düş serinliği ve parlaklığı göründü. Bir hafta önce 10. D-Marin Uluslararası Klasik Müzik Festivali’nde dünya prömiyeri yapan “Yunusun Sırtındaki Çocuk”u dinlerken de olduğu gibi, bu kere de iki gerçek olduğunu düşündüm.
NE OLUYORDU BANA
Gerçekten de ne oluyordu bana?
Neydi bu yoğun duyarlılık?
Oysa “İlk Şarkıları” hem ilk çalınışında, hem de albüm olarak defalarca dinlemiştim.
Fazıl Say, albümdeki on şiirli bestesine bu konser için başka eserlerini de eklemişti. “Memleketim”, “Hiroşima”, Sivas-Madımak yangınında yitirdiğimiz iki şair Metin Altıok ve Behçet Aysan anısına bestelediği "Ses"-Opus 40’dan bir solo bölüm. Sonra Cemal Süreya’nın “Bahar mezarına gömsünler sizi/Yapraklar gibi buluştunuzdu/Kokular gibi seviştinizdi/Bahar mezarına gömsünler sizi” diye başlayan “Dört Mevsim”i, “Summer Time”, “Hermias”tan ana tema ve annenin ağıtsal şarkısı, “Ölümünün 60. Yılında Sait Faik’i Hatırlamak ”tan “İstanbul’da bir sabah”.
MÜEZZİNİN SESİ DE NE KÖTÜYDÜ
İşin matrağı, tam da konserin ortasında ezan okundu.
Ezan sürecini bir konuşmayla atlattı Fazıl Say.
Türkiye’deki sanatseverlerle, bir yorumcu olarak yüzlerce-binlerce kez buluştuğunu anlattı. Klasik müziğin en önemli bestecilerinin eserlerini tüm Türkiye’de seslendirdiğini, bunun yanı sıra kendi bestelerini; gerek piyano için, gerek “Nazım”, “Metin Altıok” gibi oratoryolarını, gerekse “İstanbul Senfonisi”, “Mezopotamya” ve “Universe” senfonileri gibi eserleriyle pek çok konserde yine kitlelerle buluştuğunu söyledi.
“En büyük merakım şiir okumaktır” dedi. “Ben şairlerin arasında büyüdüm. Turgut Uyar, Cemal Süreya, Metin Altıok babamın çok yakın dostlarıydı, amcam kadar yakınlardı, onların o yıllarda Ankara’da Tavukçu Lokantası’nda uzun sohbetlerine hep tanık oldum. Vakit geç olunca beni sandalyelerin üzerinde uyuturlardı.1970’ler Ankara’sı… 7-8 yaşlarındaydım” diye sürdürdü konuşmasını.
YILLARCA ARANAN SES
Sonra: “Şunu söylemeliyim ki, yaklaşık 20 yıl önce bestelemiş olduğum bu şarkılarım ile Türk müzikseverlerinin karşısına çıkmak benim için ‘özel’ bir durumdur. Bu gecikme için özür dilerim. Aynı şekilde; bu şarkıların, ülkemizin en sevdiği müzik formu olan “şarkı” hususunda da, Türkiye’nin müziği açısından özel bir yere oturacağını ümit ediyorum. Bu şarkılara uygun sesi (yorumcuyu) bulmak çok uzun zaman aldı benim için. Çünkü sadece müziği değil, şiiri de mükemmel yorumlayabilen bir soliste ihtiyacım oldu ve yıllarca aradığım sesi geç de olsa buldum”.
Kısacası, bestecinin büyüleyici zarifliği, şairlerin zekâ ve müzikalitesiyle birleştirince Çeşmeliler doyumsuz bir dinleti izlediler.
Fazıl Say ve Serenad Bağcan, konserin ritmini handiyse el ele vererek belirlediler, biçimlendirdiler.
İKİ GERÇEK MESELESİ
Evet…
Pir Sultan Abdal’ın “Sordum sarıçiğdeme/-Sen nerede kışlarsın/-Ne sorarsın hey derviş/ Yer altında kışlarım” dizeleriyle başlayan şiirini dinlerken “iki gerçek var” diye düşündüm.
Bunlar, doğanın ve insanın gerçekleriydi.
Doğa bizi, her yandan kuşatıyor, sarıyordu.
Oysa bize ne dost ne de düşmandı doğa.
Yağmur, deprem, fırtına, soğuk, sıcak; iyiye-kötüye, haklıya-haksıza, hastaya-sağlama, çocuğa-yaşlıya, kadına-erkeğe bakmadan, ıslatıyor, eziyor, uçuruyor, yakıyor, donduruyordu.
Köprüden uçan bir trende ya da yere düşen uçakta, batan bir gemide veya polis kurşunlarına hedef olanlar arasında ne değerli kişiler olduğunu düşündüm. Doğa onların varlığını bile ayıramıyordu. Baharda her şey güzelleşiyorsa, bu biz
insanoğullarının mutlu olması için değildi ki! Doğa için varlığımızın da, yokluğumuzun da hiç önemi yoktu aslında.
Derken: “Bulutlara güvenenin vay haline”, diye geçirdim içimden. Bulut yağmur da oluyordu, kar da. İnsan suda batabiliyordu, aksine yüzebiliyordu da! Su ikisine de elverişliydi.
İyi de, insanlık yüzyıllar boyunca, doğaya insanca duygular armağan etmek uğruna aldanmadı mı?
BUNLARIN KORKUDAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL
Fazıl Say’ın kesin ve keskin vurgulamaları!
“Bunların korkudan başka bir şey olmadığını gerçek bilimlerden öğreniyoruz,” dedim kendimce.
Sonuçta, Muhyiddin Abdal’ın sözleriyle fevkalade zarif ve melodik bir sona ulaştık. “İnsan insan derler idi/insan nedir şimdi bildim/can can deyü söylerlerdi/ben can nedir şimdi bildim”.
İster istemez: ”İnsanı yöneten ılımlı bir kural aramalıyız,” diye düşündüm. “Kurallar vardır, yalnızca tek olanı ister. Her şeyi içine alır, ama tek olanın kalımına ve gelişimine yarayanını kullanır,” diye söylendim.
Saf, basit, ama çok renkli armoniler!
Piyanonun son derece parlak trilleri!
FAZIL SAY’I VE SERENAD BAĞCAN’I ALKIŞLIYORUM
“Olumsuz düşünen insanları duymamalıyız, olumsuz düşünen insanlar kalbimizdeki umutları tüketiyor! İşte o zaman zayıflıklarımızla, sorunlarımızla baş edemez duruma düşüyoruz.”
Aynen bu iki tümce geçti içimden, aklıma doğru.
Kısa ve sürprizli bir susuş ve muhteşem son!
Kendimi Fazıl Say’ı ve Serenad Bağcan’ı ayakta alkışlarken yakaladım.
Alkışlıyordum.
İçimdeki umutları Fazıl Say müziği sayesinde inatla yeşertiyordum.
Kulak tırmalayıcı piyasa şarkılarından uzak durmasını bilen Çeşmelilerin tamamı ayaktaydı.
Coşku içindeydim, yerimde duramıyordum.