Minimalist ya da neo klasik adına ne derseniz deyin 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ağırlık kazanan bu müziğe hep mesafeli durmaya ve anlamaya çalıştım.
Bu tarzın müzikte bir ihtiyaca karşılık geldiği açık. Ve kendi içinde, iyi müzik ile kötü müzik arasındaki farklar diğer türlerdeki kadar bariz.
Ama tümden mesafeli durmak da bir yanılsama.
20. yüzyılda cazla birlikte hayatımıza giren swing tabiri müzikte duygusal akışı ritmik salınım üzerinden tarif eder ve dinleyene benzersiz bir müzikal tatmin sağlar.
Swing, dönemini tamamlayıp yerini modern olana terkettikçe bu duygunun boşalttığı alanı Groove kelimesi doldurmaya başladı.
Aslında, groove da bestedeki duygu sürükleyiciliğini tarif ediyor ve dinleyiciyi tıpkı swing peşine takıyor.
Tekrar etmekte fayda var.
Swing olsun, groove olsun, her ikisi de, eskiden de, bugün de kaliteli icralarda zamansız güzellikler ortaya çıkarır ve dün-bugün-yarın her zaman mükemmel bir dinleme zevki sağlar. Bu duygunun eskisi-yenisi yoktur ama müziğin sürekliliği öyle ilerlemiyor.
Minimalist/neo klasik müzikle beraber swing ve groove tabirlerine artık 'loop' adı verilen kısa ve basit müzikal döngüler ya da tekrarlanan müzikal desenler diyebileceğimiz, gerçek bir melodinin olmadığı, armonilerin katmanlara ayrılarak üst üste desenler halinde oluşturulduğu yeni bir anlayış yerleşti. Yeni diyorum, elbette yeni değil ama önceki iki tabire göre yeni.
Başlıkta kastettiğim sahte göğüs kabarması dediğim şey tam da bu sık tekrarlanan müzikal motifler, yani loop'lar usta isimler tarafından zamanlaması öyle güzel ayarlanıyor ki, adeta kreşendo gibi parçanın müzikal zirvesinde emsalsiz bir göğüs kabarması, duygusal bir patlama yaşıyorsunuz.
Aslında bu duruma, bestecilikte 'ger/bırak' gibi basit ama zamanlar üstü formülün yeni nesil hali de diyebiliriz.
Bazı müzisyenler bu duruma “aslında, 'tune' kelimesinden 'dull' kelimesine geçildi, bütün olay bu” diyerek eğlenceli yaklaşıyor. Yani, arada harfler değişti. Alaycı bir eğlence olsa ve kısmen gerçeği yansıtsa da şüphesiz o kadar basit değil.
Terry Riley, Philipp Glass, Steve Reich ve Max Richter gibi tarzın önde gelen bestecileri bu müziğin kalitesini ve entelektüel kapasitesini oldukça artırdı.
Terry Riley'nin İstanbul konserinde bunu bizzat dinleyerek yaşadım. Dürüstçe itiraf etmem gerekirse çoğu caz konserinden daha iyi bir tecrübeydi. Aynı şekilde, izlediğim Nils Frahm konseri de sıradışı bir tecrübe oldu benim için. Ama, bir Ólafur Arnalds ya da Ludovico Einaudi konseri beni aynı oranda cezbetmiyor. Sahte göğüs kabarması beş para etmiyor.
Son bir not düşürek yazımı tamamlamak istiyorum.
Max Richter'in yeni albümü "Exiles" bu tarzın son günlerde en dikkat çeken çıkışını yaptı. Diğer bestecilerin çoğunluğu yalın müzikal dil içinde kalarak sosyo politik alanlardan uzak dururken Richter bir sanatçı tavrı göstererek Avrupa'nın göçmenler sorununa dair iki yüzlü yaklaşımını gösteren göndermeler yaparak bir fark ortaya koydu. Bunu ilk kez yapsa belki basındaki liberal alkışları toplamak için böyle yaptı diyebilirsiniz ama 2015 yılından beri benzer yaklaşıma sahip olduğunu bildiğimiz için şaşırtmadığını da söylemek zorundayız.
FERİDUN ERTAŞKAN
9 Ağustos 2021, İstanbul