Van Gogh'un en son resmine başlayıp, daha tamamlamadan göğsüne kurşunlar sıkıp intihar ettiği buğday tarlasının içinde dolaşıyorduk on iki yıl önce.
Uzun bir belgeselin içindeydik. Etkinliğe katılan her sanatçı, belgeselin biryerinde, kendi belirlediği bir mekanın içinde kendi Van Gogh'unu anıyordu. Ben, intihar ettiği tarlanın karşı kıyısında, Teo ve Van Gogh'un mütevazi mezarlarının yanıbaşını seçmiştim konuşmak için. Ressam Ekrem Kahraman, daha bir uzaklara çekildi; buğday tarlalarının içinden ufka doğru yürüyerek, hem Van Gogh'un, hem de kendi resimlerinin içinde gezindi. Ömrünü adadığı Akdeniz coğrafyasının (anayurdunun) içinde yitip gitti sanki. Aslında kendi resminin içinde dolanıp duruyordu, yorgun bir haziran ikindisinde. Ve kendi Van Gogh'unu anlattı dakikalarca.
Birgün Pazar Eki’ndeki bir yazımdan sonra ressam Ekrem Kahraman aradı geçenlerde. Uzun uzun söyleştik. Dertleştik . Van Gogh etkinliğimizde en iyi resimleri yapan ressamlarımızdandır Kahraman. Yıllar önce onun resimleri üzerine yazdıklarımı anımsadım:
Tarzını, biçemini çok erken oluşturmuş sayılı ressamlardan biridir. Yıllardır sürdürdüğü sanatsal uğraşında, değişerek kendi kaldı hep. Verili biçemlere karşı duran, özgül bir anlam yükledi resimlerine. İçeriğini çeşitlendirdiği Çukurova'nın renkleriyle, sesleriyle yüklü resimlerle kendi özgül söylemine ulaştı. Kendi imgelerinin ardı sıra yürüdü tuvallerinin içinde. Sanat serüveninin her bir evresinde; şaşırtıcı dönüşümlerle sundu yapıtlarını. Düşünsel akışının peşi sıra yürüyerek, yeni biçemlelerle, yeni yapıtlarda denedi kendini.
Her bir yapıtının yansısında, yeni bakışlara açıldı. Kabuğunu soydu yeni imgelerin. Sınırsız üretme ve tüketme üzerine kurulu bir yaşam seçeneğinin zaafına yenilen günümüz insanının, isteklerine boyun eğdirdiği doğanın en dayanılmaz cehennemine karşı durarak; yalnızca astarı kalmış yeryüzü cehenneminin, en yamalı ve çöl sessizliğine isyan ederek, kendi düşsel cennetini yarattı Akdeniz resimleriyle.
Yeni bir biçemle, yepyeni resimlerin kıyısında durdu hep. Her şey ıssızlığa bürünmüş resimlerinin çoğunda. Yalnızlıkla tutuşmuş bir ıssızlığın orta yerinde. Sanki ölü melekler zamanı. Dingin, dilsiz bir gökyüzünün altında, insan gölgelerinin olmadığı bir yeryüzü uzanıyor resimlerinde. İçinde yılgılar çoğalmış, çığlığı saklı, acımasızca eskitilmiş sonsuz mekanlar diyarında gibiyiz. Beşikten mezara; üstünde, altında yaşadığımız toprak küllere dönüşmüş gibi. En cennet hallerini yitirmiş yeryüzü. Ve tepesinde ıssızlığı içine çekmiş bulutlar dolanıyor. Hırçınlığını yitirmiş, uysallaşmış, çırılçıplak bir doğada şekilleniyor her şey.
Kimi resimlerde geceye yığılmış bir karanlığı aydınlatıyor sanki uçarı bulutlar; ışığı, zamanın izini düşürüyorlar yere. Her şeyin silikleştiği bir mekanın en küçük taşlarına bile künyesi yazılıyor ıssızlığın. Yalınlığın kendi gölgesini beklediği bir gerçeklik; bungun bir bulutun çığlığına dönüşüyor, bir masumiyetin en duru görüngülerine. Aslında gökyüzü; aşkın yüzü oluyor en kirlenmemiş haliyle. Bir gökyüzü aşkının resimsel şiirleriyle buluşmak ve kendinizle hesaplaşmak istiyorsanız, mutlaka izleyin bu resimleri.
Sahi, sanatçı vicdanı mıdır çağının?
İBRAHİM KARAOĞLU
8 Aralık 2020, Ankara