Bir rögar kapağına eğilip fısıltısını duyabileceğiniz, bulvarlarının altından içten içe akan nice dereleri vardır Ankara’nın. Kentin uykularının ve anılarının içinden sessizce, gizlice geçip sonsuza doğru akarlar sanki. Kavaklıdere bunlardan biri. Tunus Caddesi’nin altından geçerek ulaşır Ankara Çayı’na. Ve adını verir geçtiği semte. Çocukluğumuzun, ilkgençliğimizin en güzel, en kadim semtidir Kavaklıdere. Tunus Caddesi’nin Kennedy Caddesi’yle kesiştiği yerde; eski, iki katlı kargir bir binanın zemin katında ; kot farkı yüksek, küçük, bahçeli bir mekândı Valör. Semtin en eski imgeleri, sembolleri dolanıp dururdu bahçesinde. Ankara Taşı’ndan örülü iki bahçe duvarının birinden zaman zaman Kavaklıdere’nin suları sızar, duvardaki yosunların rengini, dokusunu değiştirir; ak kavak ağaçlarının gövdesindeki eski budakların, eski kalp resimlerinin ağaç büyüdükçe bozulan görüntüleri, yaprakların theremin dalgaları gibi duyulan büyülü ıslığı; iğde ağacının kokulu sesi ve serinliği duyumsanır; kafenin en müdavimlerinin anıları Valör’ün anılarına karışırdı. Çapraz köşedeki eski su deposunun (şimdi Çağdaş Sanatlar Merkezi) bahçesinden uçuşarak gelen birbirinden farklı yapraklar, kuru otlar, eski zaman kokuları...
”Ben de bu semtte büyüdüm.” diyerek çocukluk zamanlarının akasya, kavak ve söğüt ağaçlarını, üzüm asmalarını anlatanlar...
Rol aldığı oyuna geç kalma telaşıyla yediklerinin, içtiklerinin çoğunu masada bırakıp, koşa koşa kafeden çıkan tiyatrocular...
Bahçede yaptığı suluboya resimleri masada unutan ressamlar...
”Adisyonun arkasına bir şiir yazmıştım. Unutmuşum dün. Onu bulun bana.” diyerek bir gün öncesinin hesap pusulalarını tümden inceleyen şairler... Seslendirdikleri kahramanların sesiyle muhabbet edip, “Abi, hâla kahramanımın duygusunu yüklenemedim. Olmuyor abi.” diye dertlenen seslendirme sanatçıları...
”Dün çaldıklarımızı unuttum. Bir madrigalle başladık, ta nerelere gittik. İyi doğaçlamaydı. Keşke bir kayıdı olsaydı.” diyerek bir gece öncesinin melodilerini anımsamaya çalışan müzisyenler...
Stüdyoda çok yoğun çalıştıkları için ara sıra uğrayıp, hemen kendi mekânlarına kaçan fotoğrafçılar...
Ders kitaplarını, sigaralarını, çakmaklarını, pasolarını, cüzdanlarını kafede unutan öğrenciler...
”Dün gece müthiş bir öykü yazdım burada. Eve giderken kaybetmişim.” diyen yazarlar...
Küçük günce defterine çizdiği desenleri oturduğu masanın altına düşürüp, üç gün sonra sağ salim bulduktan sonra bir desenini kafeye armağan eden ressamlar...
Kısa filimciler, muhabbet ustaları, “hayalbazlar”, genç sevgililer, sevgili arayanlar, ayrılanlar, barışanlar, operacılar, balerinler, kemancılar, heykeltıraşlar, Trt spikerleri, proğramcıları, karikatüristler, profesörler...ve sevgili karikatürist dostum Asaf Koçak’ın Valör için özel olarak çizdiği; kafeyi kapattığımızda sabaha kadar sönmeyen ışıklı panoda gülümseyen logo...
Her şey dünle gitti; ne varsa düne dair; Valör Kafe’nin binası da, çaprazındaki eski su deposu da yıkıldı...Ne zaman Tunus Caddesi’nden geçsem; geçmişin imgeleri, anıları buğulu bir camdan süzülen yağmur damlası izinin berraklaştırdığı aralıktan görünenler gibi hayal meyal canlanır belleğimde. Ve otuz yıl sonra bugün, dönüp geriye baktım; bulanık, belli belirsiz günlerin içinden, anımsayabildiklerimi yazdım.
İzmir’de yaşadım yıllarca ve 1987 güzünde döndüm Ankara’ya. Anılarımın başkentiydi İzmir. Çok zor oldu Ankara’ya yeniden alışmak. Bir semtten diğerine gitsem; deniz hep arkamda sanıyordum, ama zamanla her şeye alışıyor insan. Ankara’daki yeni dönemimle; yeni bir hayat defterinin boş sayfaları açıldı önüme. İki önemli proje vardı aklımda; bir sanat dergisi yayınlamak ve bir de küçük bir bar/kafe/sanat galerisi açmak. Önce dergi serüveni başladı: Diyalog adlı bir kültür/sanat dergisini yayınladık. Kadim dostlarım Gülşen Özbey (o zamanlar Tolga Çandar’la evli değildi) ve Lütfiye Aydın da dergi yönetimine katıldı. Genceciktik o zamanlar. Ekibimiz çok daha gençti; ODTÜ, Hacettepe ve Ankara Üniversitesi’nden öğrencilerdi. Aylık olarak yayınlıyorduk. Derginin logosunu, tüm kapak tasarımlarını Asaf Koçak yapmıştı. Ankara’ya gelen iyi filmlerin, konserlerin, özel tiyatroların ve iyi sergilerin reklamlarını alırdık. Maliyeti bununla karşılar, elimizde kalan paralarla da çok özel yerlerde yemekli toplantılar yapardık. Her önemli etkinliğin esas kahramanlarıyla da söyleşiler yapardık dergi için. Müzikten sinemaya, edebiyattan resime, fotoğraftan baleye, tiyatrodan heykele her alanda yazılar yer alırdı dergide. Her sayı Asaf’ın özgün bir karikatürünü yayınlardık. Mahmut Makal, Ahmet Say, Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu, Çetin Öner, İnci Aral, Orhan Asena, Fikret Otyam, Prof. Dr. Kaya Özsezgin, Buket Uzuner, Muzaffer İlhan Erdost, Prof. Dr. Şahin Yenişehirlioğlu, Ferit Edgü, Prof. Dr. Hamiye Çolakoğlu gibi pek çok kültür/sanat insanının yazıları ve çok özel çeviriler yer aldı Diyalog’da.
Ve bir gün derginin sahibi Bülent arkadaşımız İngiltere’ye yerleşmeye karar verdi. O gitmeden önce özel bir son sayı hazırlamıştık; Dünya Barış Günü nedeniyle Joan Baez Ankara’ya konser için geldiğinde Bülent tercümanlık yapmıştı ona. Konser öncesi dergi için çok özel bir söyleşi yaptı Joan Baez’le ve derginin jübilesi de muhteşem oldu. Bülent gidince dergi serüvenimiz de sona erdi. Ben de bar/kafe/sanat galerisi projeme yoğunlaştım. Konur Sokak’ta açılan Kardelen Bar’ın olduğu yer Üç Çiçek Kitapevi’ydi. İyi işletilemiyordu . Ben devralmak istedim, ama sahibi olan arkadaş benden hisse de almak isteyince vazgeçtim. Ve aylar sonra Tunus Caddesi’ndeki yeri kiraladım. Bahçesinde taş, toprak yığınları olan harabe bir yerdi. Aylarca uğraştım ve Paris kafelerine benzer bir kafe yaptım Valör’ü.
Açılış günü yer gök insan doluydu. Tam karşımızdaki İşbankası Genel Müdürlüğü’nün bahçesine kadar taşmıştı gelen konuklarımız. O günlerde Selim İleri, Milliyet Gazetesi’nde çok ilginç yeme/içme yazıları yazardı. Özel bir İspanyol kokteylinin tarifini yazmıştı. Biz de Valör’ün açılışında konuklarımıza o kokteyli ikram ettik. Gece yarısına kadar sürdü kokteylimiz. Doğaçlama caz dinletileri ve Yeni Türkü’nün şarkılarıyla eklendik Ankara’nın kafe/bar/sanat galerisi kervanına. Ressam dostlarımız bizim mekâna uygun, küçük resimler yaparak sergiler açardı. Sanat dünyasından dostlarımın ve üniversiteli gençlerin, akademisyenlerin buluşma mekânı olmuştuk. Fiyatlarımız çok pahalıydı; küçük bir mekân olduğu için, oluşturduğumuz aurayı yaşamak isteyenlerin geldiği sofistike bir imaj yaratmak için yapıyorduk bunu, ama dostlarımıza çok özel fiyatlar uyguluyorduk. Günün her saati değişik müdavimlerimiz vardı. Fotoğraf sanatçısı dostlarım Çerkez Karadağ ve Ali Rıza Akalın günün değişik zamanlarında birkaç kez uğrarlardı. Stüdyoları da birkaç bina ötedeydi zaten. Yazar dostum Özcan Karabulut gelirdi kimi günler. Sanat, edebiyat muhabbetleri yapardık. Şair Hüseyin Ferhat her akşamüstü uğrardı genellikle. Bir yabancı dil eğitim merkezinin sahibiydi o zamanlar. Ofis dönüşü uğradığında uzun uzun söyleşirdik.
İbrahim Karaoğlu, Ahmet Erhan, Ahmet Telli
Şair Ahmet Erhan kadim dostumdu. Ne zaman geleceği belli olmazdı. Akşamları daha çok uğrardı, ama bazen de hiç ummadığım gündüz saatlerinde gelirdi. Gece çok geç geldiğinde mutlaka yanında Behçet Aysan Ağabey olurdu. Bilirdim, önce Kızılay’daki barlarda demlenip, Valör’de son içkileri alırlardı. Bir gece yanlarında Salih Bolat da gelmişti. O da sevgili dostumdur. Bizim ekip tam da barı kapatmak üzereydik. Kapatma dediler. Ben de tüm elemanları gönderdim ve gece yarısına kadar birlikte içtik. Anladım, beni provake etmek istemişti Erhan, ben de kabul ettim. O gece barda her şey ücretsizdi. Hatta herkesi evine özel taksilerle göndermiştim. Çok güzel bir anıydı yaşadığımız. Zaman zaman anımsadıkça çok gülerdik. Behçet Abi çoğu geceler geç saatlerde kendi başına da gelirdi. Sevinirdim. Konuşacak çok şeyimiz olurdu; şiirden, edebiyattan, siyasetten. Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu kısa zaman aralıklarında çay muhabbetine gelirdi. Dergi çıkardığımız zamanlarda da çok özel yazılar yazardı bize. Tiyatro yazarı Orhan Asena gündüzleri erken saatlerde gelirdi genellikle. Elinde eski, güzel bir doktor çantası olurdu. Her gelişinde kendi oyun kitaplarından, eski sanat dergilerinden getirirdi. Bazen torunuyla gelirdi. Evi çok yakınındaydı Valör’ün. Kendi kuşağının yazarlarını, şairlerini anlatırdı. Çok kıymetli insanlarla olan anılarını dinlerdim. Orhan Asena’nın yazdığı “Şili’de Av” oyununu çok sevmiştim. O da bana oyunun yazılma öyküsünü, Almanya anılarını anlatırdı.
Bizim ilkgençliğimizin en önemli mekanlarından biri olan Çağdaş Sahne ile aynı cadde üzerindeydik. Adı değişti ve Şinasi Sahnesi oldu. Sanırım, oradaki ilk oyunlardan biri “Aşkımız Aksaray’ın En Büyük Yangını” oyunu idi. Tiyatrocu İstemi Betil kırklı yaşlarındaydı o zamanlar ve o oyunda önemli bir rolü vardı. Oyun öncesi genellikle uğrardı Valör’e. Bir keresinde oyun öncesi çok rahatsızlandı bizim kafede ve günlerce iyileşemedi. Oyun bir ay oynatılamadı.
Ayşegül Kaygun, İbrahim Karaoğlu, Asaf Koçak, Şahin Yenişehirlioğlu, Mehmet Ergun, Filiz Yenişehirlioğlu, Rüştü Güner, Ali Rıza Akalın, Mitat Beygu, Semih Taytak (oturan), Tuba Çameli (oturan)
Prof. Dr. Şahin Yenişehirlioğlu çok uğrardı. Paris kafelerine benzetirdi Valör’ü. Paris anılarını anlatırdı. Orada yaşayan sanatçılarımızın en önemli dönemlerinin tanığıydı Şahin Hoca. Sinemayı çok severdi. O günlerde de Atıf Yılmaz bazı filmlerinde oynatmıştı onu. Pek çok dergiye resim üzerine de yazılar yazıyordu. Uzun uzun söyleşirdik onunla. Ve o mekândan hareketle yaptığımız “Büyük Sinbad” filminin baş oyuncusu da o oldu. Kısa filmci Semih Taytak, Gençlik Parkı’nda gösteriler yapan bir sihirbazın filmini yapmak istiyordu. Ahmet Erhan ve ben de müdahil olduk. Hiç diyalog olmayan bir senaryo oluşturduk: Anılarının burgacına sıkışmış, yaşlı, yorgun, yalnız bir sihirbazın öyküsü...Şahin Hoca sihirbazı, Asaf Koçak da “Deli Elvan”ı oynadı. Erhan, özellikle eklemişti “Deli Elvan”ı. Asaf’a, deli diye takılırdı. Asaf da sevinirdi; “Dino”yum ben derdi. Dino, Kürtçe deli demekmiş sanırım. Fotoğrafçı/sinemacı Şahin Kaygun’un kardeşi sevgili Ayşegül Kaygun yardımcı yönetmen, fotoğrafçı Ali Rıza Akalın ışıkçı, Gülşen Özbey sanat yönetmenliğini yapmıştı. Prof. Dr. Ertuğrul Bayraktar filmin müziğini yapmıştı ve final bölümü için Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun “Can Kuşu” şiirini besteleyerek, özel bir koroya okutmuştu.
Film yaklaşık dört ayda bitti. Tüm ekip çoğu zaman Valör’de buluşur, söyleşirdik. Ve 3. Ankara Film Şenliği’nde büyük ödülü aldı filmimiz. 56 uluslararası festivale çağrıldı ve özel gösterimlerle sunuldu. Almanya’daki Essen Film Festivali’nde Mehmet Güreli, Hilmi Etikan ve Bilgin Adalı filmleriyle birlikte Türkiye’yi temsil etti.
Aslında ne çok şey var anlatacak. Bir mekânı terk edince; anılar önce yolcu ediyor insanı, sonra da çağırıyor geriye. Anılarımın çağrısı oldu bu yazı. Yıkılmış, yok olmuş bir mekanın iç sesleri...
İBRAHİM KARAOĞLU
8 Ocak 2023, Ankara