Alplerin eteğinde, yeşil ve mavinin iç içe geçerek doğal, soyut motiflerle sınırlarını çizdiği büyülü bir göl Konstanz. Gölün mavileriyle Alplerin heybetli gölgeleri arasında gün boyu değişiyor renkler. Mor, dağlara yaslandığında uyuyor; gün ışıdığında dalgalarla şenleniyor göl.
Yıllar önce bir hafta sonu Alplerin doruklarından göle doğru yolcuyduk. Gölün Almanya tarafındaki Konstanz kentineydi yolculuğumuz. İçinden Ren Nehri geçen kent, Konstanz Gölü’nün kıyısına kurulmuş. İlk kez gitmiştim. Kayboldum içinde. Dayanılmaz bir cazibesi vardır ilk gittiğim kentlerde kaybolmanın, ummadığım sürprizlerle karşılaşırım; rastlantı zorunluluk olur çoğu kez; kentin künyesinde var olan pek çok şeyi aramadan bulurum rastlantılarla. Ve böylesi durumlarda; duymadığı, görmediği farklı şeyleri ve kendi bilinmezliklerini de keşfediyor insan.
Eski, yaşlı ve yorgun bir kentin sessiz, antikitesini duyumsatan Arnavut kaldırımlı ara sokaklarında, ortaçağı yaşatan yarı ahşap binaların ve tarihi yapıların içinde kaybolmuştum. Her şey birden bire değişmişti ve kadim zamanlara doğru bir yolculuğun şaşkınlığını yaşamıştım. Adı unutulmuş, en eski hikayelerde yaşayan gezginler gibiydim. Suretleri freskolarla gülümseyen binaların, devasa ahşap kapılı katedralin ve cam fanus içindeki Roma kalıntılarının arasında kaybolmak, bitmeyen bir rüyanın rüyasında dolanmak gibiydi. Nice sonra, gölün rıhtımındaki limana doğru gidip bir kafenin bahçesine oturmuştum. Önümdeki manzara, izlenimci bir ressamın uçsuz bucaksız görüntüleri içine alan tablosu gibi uzanıyordu; konturları erimiş, biçimleri bozulmuş, ışıklı renk lekelerine dönüşmüş beyaz konfetiler gibi yüzlerce yelkenli vardı gölde. Tekrarı yaşanmaz anların, görüntülerin büyülü akışından çekilip yakınıma baktığımda çok daha göz alıcı bir görüntüyle karşılaşıp daha da şaşırmıştım. Limandan gökyüzüne doğru uzanan görkemli, şuh bir kadın heykeli vardı karşımda.
Peter Lenk (İmperia heykeli)
Göğsünün genişçe bir bölümü açık, transparan, önü derin yırtmaçlı bir elbise vardı üzerinde. Sağ ayağı önde, dimdik, özgüvenli, kararlı duruşuyla sanki arkaik bir tanrıça gibiydi. Gün boyu kendi çevresinde her dört dakikada bir dönüyordu. Çok güzel, çok güçlü bir kadın duruyordu karşımda. Ellerini omuzlarının hizasından yukarıya doğru kaldırmış ve her bir elinde eciş bücüş küçücük çıplak adamlar vardı. Bu adamların başlarındaki taçlar güçlerinin sembolüydü ama çok zavallı görünüyordu iki küçük adam. Limandaki heykele doğru yürüdükçe anladım; kadının sağ elinde Papa Martin, sol elinde kral/imparator Sigismund vardı. 18 ton ağırlığında, beton ve 10 metre yüksekliğindeydi heykel. Tüm görkemini dört bir yanından okutarak durmadan dönüyordu kendi çevresinde. Ve göldeki kuğuların sessizliğinde kendini bekliyordu İmperia. Evet, İmperia’ymış adı. Heykeltıraş Peter Lenk 1993 yılında yapmış bu muhteşem heykeli; Honore de Balzac'ın “Güzel İmperia" adlı öyküsüne gönderme olsun diye. Konstanz için bir heykel yapması istendiğinde o da Konstanz'ın en tarihsel kahramanına gönderme yapmak istemiş ve Balzac'ın “Güzel Imperia" öyküsünün kahramanlarını heykelleştirmiş.
Kadim bir yerleşim merkezi Konstanz. Adını, Istanbul'a adını veren l. Konstantius Chlorus'tan almış. 15. yüzyılda Konstanz Konsülü'nün oluşmasıyla almış bu adı. 1400'lü yılların başlarında Hrıstiyanlıkta büyük bölünmeler yaşanmış. Bu duruma son vermek için papalık yapan üç ruhani lider azledilerek, yenilerini seçmek için 1414-1418 yılları arasında Konstanz’da bir Konsil toplantısı yapılmış. Konsil'in en önemli kararlarından biri; din adamlarının paraya doymazlığını, ahlâkî çöküşünü eleştirip kilisenin dünyevi güçlere, servetlere yüz çevirmesi gerektiğini savunan reformcu Jan Hus'un yaķılarak öldürülmesidir. Bu dönemde Katolik kilisesinin birliğini sağlamak ve din adamları arasındaki anlaşmazlığı daha kolay gidermek için kente yüzlerce hayat kadını çağırılmış. Ve Balzac'ın “Güzel İmperia"sı da bu nedenle gelmiş kente. Konstanz’ın en ihtişamlı, ne istediğini ve onu nasıl elde edeceğini bilen ünlü bir hayat kadınıdır İmperia. Kentin en itibarlı, önemli erkekleriyle birlikte olur. Ķardinalleri, prensleri baştan çıkarır. Onları kendi yörüngesine alıp yönlendirir. Balzac, katolik din adamlarının ve monarşinin ahlakını sorgulayarak gülünç, kötü yönlerini alaycı bir dille anlatır “Güzel İmperia" öyküsünde.
Paul Gustave Dore (İmperia gravürü)
Balzac'ın İmperia’sını o dönemin en iyi illüstatörü olan Paul Gustave Dore resimleştirir. Dore, yalnızca Balzac'ın Imperia”sını değil, Cervantes'in Don Kişot'unu (Bildiğimiz Don Kişot ve Sancho Panza karakterlerinin resimleri onun çizimleridir ve tüm ünlü ressamlar Dore'nin figürlerinden etkilenerek ve onlara benzeterek yansıtmışlar Don Kişot'u), Rabelaris’in ve Dante'nin de kahramanlarını resimlemiştir ve bu kahramanları yansıtan gravürleriyle ünlenmiştir.
Balzac'ın kitabı ilk yazıldığında din karşıtı olarak değerlendirilmiş ve yayıncıları cesaret edememişler yayınlamaya. Toplumsal yaşamdaki sosyal ilişkileri çözümleyeci, ironik, eleştirel ve gerçekçi bir anlayışla her şeyi gören bir gözlemci gibi yansıtan Balzac, güçlü bir hikaye oluşturmuş ve kendisinden sonraki yazarları, sanatçıları çok etkilemiştir. Peter Lenk de Balzac’tan çok etkilenmiş.
Ve Peter Lenk, hiperrealist bir yöntemle çok daha canlı bir gerçeklikle sunmuş Imperia”yı: Papa ve kralı gülünç, acıklı, tuhaf, şaşırtıcı, alışılagelmedik bir grotesk dille iki soytarıya dönüştürerek, geçmiş ve bugün arasındaki bağlantıyı ironiyle örerek... Ancak kentin belediye meclisi Lenk'in heykelinin kente gelmesine karşı çıkmış; papanın ve kralın alaycı bir sanat diliyle sunulmasını kabul etmemişler. Hatta din adamları bu heykelin “Dini barışı bozabileceğini” bile belirtmişler. Ve heykel, Alman Demiryolu Şirketi, limanda yer sağladığı için şimdiki yerine yerleştirilebilmiş. Sonra, yöneticiler, din adamları ve halk alışmış kentin bu heykelle yaşamasına. Bugün Konstanz'ın sembolü İmperia.
Louis Corint (İmperia resmi)
Ķonstanz'dan döndüğümde günlerce Imperia’ya üzerine düşündüm. Önce Balzac'ın kitabını okudum. Sonra, başka hangi sanat yapıtlarının kahramanı oldu diye araştırdım. İlginç veriler buldum.1925'te ünlü ressam Louis Corint'in de ilgisini çekmiş İmperia. Yapıtlarını izlenimci ve dışavurumcu bir sentezle sunarak kadın çıplaklığını özneleştiren Corint, şuh ve çıplak bir İmperia resmi yapmış. 1927 yılında İtalyan besteci Franco Alfano da bir operaya dönüştürmüş İmperia'yı. Arturo Rossato'nun liberettosuyla bir perdelik, ironi yüklü bir müzikal oluşturulmuş.
Père-Lachaise Mezarlığı, Paris
Sanatta haz ve arzu deyince Balzac'ın “Güzel Imperia”sının bin bir hâli canlandı belleğimde. Aslında, haz ve arzu birbirinin içinde gizli iki kavram ve Balzac'ın öyküsünden başlayıp Gustave Dore'nin bir kontes gibi çizdiği İmperia'ya; Louis Corint'in çırılçıplak resminden Franco Alfano'nun “Madonna İmperia”sına ve Peter Lenk'in şuh İmperia'sına; her bir yapıt başka dünyalara götürüyor bizi. Ve her bir yaratıcı; aynı izlek üzerinden, içerik ve biçem bütünlüğüyle kahramanın yaşadığı dönemle bugünü ilişkilendirerek eleştirel gerçekçi bir anlayışla sunmuş İmperia'yı. Yaratıcı edimlerinin odağında insan İmperia var ve onun büründüğü kimliği kaybetmeden; sezgilerinin gizemiyle derinleştirerek, ironi ve humorla yüklü özgün biçemler yaratmışlar. Ve her bir okuyucu, izleyici ve dinleyici kendi algılarının, sezgilerinin, estetik duyusal alanının sığası kadar haz ve arzunun zembereğini kuruyor içinde.
Ve ne zaman Konstanz’ı hatırlasam, Aldous Huxley'in “ Salt doğuştan güzelliğin sezinlenişine, sevinç ile acıdan sevgiye, gizemli coşkunluğa ölüme değin temel olan, insanoğlunun ruhunu devindiren etkileyen her şey denenebilir, anlatılmaz. Ötesi her zaman sessizliktir.” aforizması gelir aklıma ve limandaki seviye kulesinin üzerinden insanlara bakarak iç çeken İmperia’nın içindeki sessizliği çoğaltan ıslığını duyarım.
İbrahim Karaoğlu
5 Şubat 2023, Ankara