İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın 26 Ocak Cuma akşamı Caddebostan Kültür Merkezi’nde verdiği konserini Lior Shambadal yönetti. Viyolonselci Yılmaz Bişer (d. 1983) konsere solist olarak katıldı ve Aram Haçaturyan’ın Mi minör Viyolonsel Konçertosunu seslendirdi. Programda ayrıca Johannes Brahms’ın Op.98, 4 numaralı Mi minör Senfonisi yer alıyordu. Başkemancı koltuğunda bu hafta Ayşe Özbekligil vardı.
YILMAZ BİŞER İLE GEÇ RANDEVU.
İDSO’nun viyolonsel grubu üyesi ve aynı zamanda grup şefi de olan Bişer, 2014 yılında (orkestranın solisti olarak programda olmasına rağmen, ülkemizin yaşadığı talihsiz terör olayları nedeni ile ulusal yas ilan edildiği bir döneme rastladığından) konseri iptal olmuştu. İşte bu nedenle geciken randevu bu akşam hem de ülkemizde sık seslendirilmeyen bir konçerto ile gerçekleşti.
Aram Haçaturyan’ın Keman, Piyano ve Viyolonsel için yazdığı konçertolar içinde belki de en az seslendirileni viyolonsel konçertosu olmuştur. 1946 yılında viyolonselci Svyatoslav Knuşevitski’ye ithaf olunan ve ilk seslendirilişini de kendisinin yaptığı konçerto, gerçek anlamda başarıya 1963 yılında besteci yönetimindeki Sovyetler Birliği Devlet Senfoni Orkestrası eşliğinde 20. Yüzyılın en önemli viyolonselcisi Mistislav Rostropovich solistliğinde yapılan kayıttan sonra ulaşmıştır.
Yılmaz Bişer 1983 yılında Nazilli’de dünyaya gelmiş ve eğitimine 1996 yılında Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuarında Tufan Tolga ile başlamış. Daha sonra Şahin İzzet Nazlıaka ile eğitimine devam etmiş ve 2006 yılında buradan mezun olmuş. Aynı yıl Antalya Devlet Senfoni Orkestrası’na misafir sanatçı olarak kabul edilen Bişer, 2008 yılında İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın açtığı sınavı kazanarak burada çalışmaya başlamış. 2015 yılında ise viyolonsel grup şefi olan sanatçı, çalışmalarını orkestra, solist ve oda müziği alanlarında sürdürmektedir.
Haçaturyan’ın kompozisyon çizgisi gerçekten “şahsına münhasır” olduğu için çağdaşlarından ayrılmayı başarmış ve kendine özgü orkestralaması ile öne çıkmıştır. Sovyet Rusya döneminin katı disiplini içinde, hem Sovyet rejiminin istediği müziği oluşturmaya çalışmış hem de başta Ermeni halk müziği olmak üzere, yaşadığı toprakların geçmişten gelen mirasını da bir şekilde müziğine yansıtmıştır.
Viyolonsel konçertosunda bu tınılar, keman konçertosuna oranla daha fazla ortaya çıkmaktadır. Yılmaz Bişer konçertonun ilk bölümünde yer alan teknik pasajlarla oldukça rahat başa çıkarken, bir taraftan da yoruma odaklı çalışı ile İstanbul dinleyicisine çok uzun zamandır çalınmamış bu konçertonun keyfini çıkarmaları için elinden geleni yaptı diyebilirim. Konçerto daha önce İstanbul’da çalındı mı tam olarak emin değilim ancak 25 yıldır yaptığım program ve kayıtlar içinde yer almadığını biliyorum. Bu nedenle İDSO’nun programında, dolayısı ile Yılmaz Bişer’in repertuarında bu konçertoyu görmek ve kaydını yapmak beni fazlası ile memnun etti.
Konçertonun lirik ve yine halk müziği temalı ikinci bölümünde konçertoya daha hakim olan Bişer, yerinde kullandığı vibrato tekniği ile her notanın içini doldurmayı başardı. Arp ve flüt soloları da ikinci bölümün önemli noktalarındandı ve başarı ile tınladı. Üçüncü bölüme bağlanıldıktan sonra solistin yorumu ile paralel giden orkestranın, özellikle yaylıların eşliği, şef Lior Shambadal’ın İDSO üzerindeki etkisini bu hafta da göstermiş oldu.
Üçüncü bölümün sonlarına doğru kendini yeniden hatırlatan temanın gelmesi ile lirik havadan sıyrılan ve soliste kendini göstermesi için fırsat yaratan melodileri Yılmaz Bişer de kendi avantajına kullandı. Yılmaz Bişer’in çalışkanlığının yakından tanığı olarak, bu akşam kendisinin beni yanıltmayacağını biliyordum, yine de son bölümde teknik pasajlara odaklanırken biraz daha rahat bıraksaydı kendisini dediğim yerler oldu. Ancak yorumun tümüne baktığımızda, uzun süredir seslendirilmemiş bir konçertoya el atmış ve başarı ile seslendirilmiş olmasının da verdiği keyif dinleyiciye de yansımış olacak ki, eserin sonunda dinleyicinin ve doğal olarak orkestra üyelerinin yoğun alkışları karşıladı Yılmaz Bişer’i. Konser sonunda verilen çiçeği de, dinleyiciler arasında olan annesine veren Bişer, duygusal bir kareye de imza atmış oldu. Bis olarak o anda içinden gelen yorumla Aşık Veysel’in ölümsüz eseri “Uzun İnce Bir Yoldayım” türküsünü çalması ise konserin ilk yarısına yakışır bir son oldu.
SHAMBADAL YORUMU İLE BRAHMS.
İDSO konserin ikinci yarısında Johannes Brahms’ın Op.98, 4 numaralı Mi minör Senfonisini seslendirdi. Geçen haftadan beri açıkçası bu eseri şef Lior Shambadal yorumu ile dinlemeyi bekliyordum desem yalan olmaz.
Brahsm’ın 1884-85 yılları arasında bestelediği bu senfoni, aynı zamanda son senfonisi olma özelliğini taşıyor. Birinci senfonisini 10 yıl gibi sürede bestelediği düşünüldüğünde bu senfoni sanırım en çabuk bestelenmiş olanı diyebilirim. İlk olarak 25 Ekim 1885’te Meiningen’de Brahms yönetiminde seslendirilen eser 1897 yılında Viyana’daki ilk seslendirilişinden bir ay sonra da ne yazık ki besteci hayata gözlerini kapamıştır.
Bana göre Brahms’ın senfonileri içinde başka bir yerde olan 4. Senfoni, bestecinin “Saf Brahms”a ulaştığı senfonidir diyebilirim. Senfoni besteleme söz konusu olduğunda Brahms’ın şüphesiz en büyük korkusu, “Senfonilerin Efendisi” Beethoven’in gölgesinde kalmak olmuştur. Bu nedenle 1. Senfonisini tamamlaması oldukça uzun bir süre almıştır. Kimi müzik tarihçilerinin Brahms’ın 1. Senfonisinin Beethoven’in yazılmamış 10. Senfonisi olarak nitelemiş olması da belki de bu korkunun sebebi olmuş olabilir.
Minör tonun verdiği doğal hüzün ve karanlığı çok doğru biçimde kullandığı 4. Senfonisinin ilk bölümü adeta bir abide gibi karşımıza çıkar. Yaylıların verdiği ana tema ile birlikte nefeslilerin mücadelesi, bu uzun ilk bölümde karşılıklı bir tartışmayı andırır. Lior Shambadal’ın Brahms yorumu ise alışageldiğimiz temponun oldukça altındaydı bu akşam. Klasik senfonilerin bu tip ağır tempo ile yorumlanması kimi zaman çok iyi sonuç verse de, bu akşam İDSO’nun yorumu için bana göre maalesef aksi sonuç verdi. Zaman zaman konsantrasyon kayıplarına neden olan bu ağır tempo yorum bütünlüğünü de bozdu.
İkinci bölüm nefesli soloları ile başladığı için tehlikeli bir bölümdü ve kornolar bu tehlikeden nasibini aldı. İkinci bölümün başka vurucu teması ise viyolonsellerdeydi ve viyolonsel grubu bu temayı keman grubuna aktarırken olması gereken yorum bütünlüğünü korudu.
Üçüncü bölüm, 1 ve 2. Bölüme oranla alıştığımız tempoya nispeten yakın tempo ile başladı. Nefeslilerin kendi içlerindeki entonasyonlar da bu hafta sıcaktan payını almadığı için doğru bir şekilde tınladı. Konser salonlarındaki ışıklandırma nedeni ile sahnedeki sıcağın artması, dolayısı ile özellikle 3. Bölümlerden sonra entonasyon sıkıntısı yaşayan nefeslilerin buna nasıl bir önlem alabileceklerini bilmiyorum, belki de 3. Bölüm öncesi akortları nefesli grubu olarak tekrar kontrol etmek bir çözüm olabilir. Tam bu satırları yazarken, 4. Bölüm öncesinde gelen akort tazelemesi, konuyu orkestranın da hissetmiş olduğunu düşündürdü. Bunun yapılması kayıtların sağlığı açısından da çok önemli.
Son bölüm, yani senfoninin bana göre en lirik ve en karanlık bölümü, nefesli egemenliğindeki yaylıların yakarışları ile tınlar. Keman grubu bu hafta konser genelinde doğru işler yaptı ama bu “yedire yedire” tempo içinde zaten sıkça yaşanan senkron sorunu daha fazla belirgin hale geldi. Bölüm sonuna doğru duyulan Passacaglia formu ise bir Neo Klasik değilse de Brahms’ın “Neo Barok”u diyebileceğimiz bir göndermesi olmuş. Burada orkestranın nefesli ve yaylı grubu arasında daha dinamik bir etkileşimi sağladığını söyleyebilirim.
Lior Shambadal’ın, tabiri caizse “yedire yedire” tınlatmak istediği 4. Senfoni için bana kalırsa en az bir hafta daha İDSO ile prova yapması gerektiğini düşündüm. Orkestranın alıştığı bir tempoyu bir hafta içinde değiştirmek çok zor bir iş ve bu akşam maalesef Shambadal’ın kafasındaki Alman yorumu, tam olarak İDSO’da vücut bulamadı.
Konser sonrasında, görüşlerimi paylaştığım orkestra müdürü Sezai Kocabıyık’la aynı görüşte, yani çalınan salonların akustik problemleri konusunda hemfikir olsam da, sorun sadece yaylıların, nefeslilerin olduğu bölümde duyulmuyor olması değil, grupların kendi içinde senkronu yakalayamaması. Kelebek etkisi yaratan sorunların toplamı sonucunda yaşanan bu sıkıntıların bir anda çözülmesini beklemek elbette büyük iyimserlik olur. Ancak küçük küçük başlanacak çözümlerin de, yine kelebek etkisi yaratarak çözüme ulaştıracağı gerçeği de yadsınamaz.
Orkestradaki dostlarım umarım bu hafta yapıcı olmaya çalıştığım eleştirileri anlayışla karşılar. Bir tonmayster olarak, gurur duyacağım kayıt, orkestranın gurur duyacağı yoruma bağlı.
Son olarak, Caddebostan Kültür Merkezi’nin dolduran dinleyiciye bölüm aralarına alkışlamadığı hele ki Brahms’ın gibi ofsayt alkışa çok müsait bir eserinde alkışlamadığı için teşekkür ederim.
Gelecek hafta yurt dışında olacağım için maalesef yazılarıma bir hafta ara vermek zorundayım. Sizlere sanat dolu günler diliyorum.
MEHMET SUNGUR
27 Ocak 2018