Yazının başlığı aslında iki sevgilinin birbirinden ayrılmak istediklerinde en sık kullandığı cümleden alınmıştır. Bu, karşı tarafı ne hikmetse en az üzecek ayrılık şekli olarak düşünülür. Ancak bir “klişedir”.
Bu haftaki konum tabii ki ilişkiler değil, Türkiye’deki müzik eğitimi, kültü sanat politikamız ve ülkemizin bu alanda dünyadaki konumu.
Yeni Yıl tatili nedeni ile İDSO’nun konserler bir hafta ara vermesini fırsat bilerek, bir süredir üzerine yazmak istediğim konu için bana da bir fırsat doğmuş oldu. Bu konuyu düşünürken, geçtiğimiz hafta okuyucularımızdan birinin bana attığı e-posta sayesinde konu üzerindeki düşüncelerimi paylaşma ihtiyacı duydum.
Cumhuriyet’in kurulmasının ardından Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatları ile görülmemiş bir hızda Batı devletlerinin kültür sanat politikalarına yetişme çabası, herhâlde günümüze kadar başka bir devlette rastlanmamıştır diye düşünüyorum. Konservatuarın kurulması, yurt dışından eğitmenlerin getirilmesi, Türk bestecilerinin yetiştirilmesi, yetenekli öğrencilerin yurt dışına gönderilmesi, müzik öğretmenlerini yetiştirilmesi bu alanda yapılan birçok işten sadece aklıma gelenler.
DEDEMİN ANILARINDAKİ İPUÇLARI
Yazılarımda yeri geldikçe bahsettiğim dedem Arif Şahap Öktem’den dinlediğim anılar, benim o dönemi anlayabilmem için önemli ipuçları oldu. Cumhuriyet’in kurulmasının ardından yurt gezilerine çıkan Atatürk, Konya’ya geldiği zaman O’nun klâsik müzik sevgisini bilen organizasyon heyeti dedeme gelerek keman çalmasını rica etmişler. Kendisi de böyle bir şerefi geri çevirmeyeceği için apar topar kemanını alarak Gazi’nin karşısına çıkmış. Dedemdeki yeteneği gören Atatürk bu resitalden sonra kendisine “Seni Bulgaristan’a göndereyim orada eğitim al çocuk...” demiş. O zaman henüz yirmili yaşlarına yeni giren bir genç olduğu için o da Gazi’den izin isteyerek bu konuyu ailesi ile konuşması gerektiğini ve müsaade buyururlarsa ertesi gün cevap verebileceğini söylemiş. Eve dönünce konuyu büyük dedem ve büyük babaannemle konuşan dedemin onlardan aldığı cevap pek olumlu olmamış. Dedemin ağabeyi o dönemde askerde olduğu için büyük dedeme de dedemden başka yardım eden biri olmadığı için onun yurt dışına gitmesini istememişler. Büyük bir üzüntü ile Gazi’nin karşısına çıkan dedem durumu kendisine anlatmış, Gazi de “O zaman seni başka bir şekilde kazanalım çocuk, hemen Ankara’ya git ve Musiki Muallim Mektebinde (Müzik Öğretmenliği Okulu) eğitim almaya başla” demiş.
Bunun ardından eğitimini tamamlayan dedem Konya’ya geri dönmüş, Konya Lisesinde ve Halkevinde eğitim vermeye başlamış. Keman öğretmeni olan dedemin iki çocuğu da müziğe hevesliymiş, ancak halam bu konuda sanırım babamdan daha yetenekli çıkmış ki, Ankara Devlet Konservatuarının ilk öğrencilerinden biri olarak Lico Amar’ın öğrencisi olmuş. Suna Kan ve Aydın Gün gibi müzik tarihimizin önemli isimleri ile aynı dönemin öğrencisi olan halamın ne yazık ki şansı yaver gitmemiş ve 1945 yılında Türkiye’de yeterince aşı olmadığından mıdır, yoksa erişiminin zorluğundan mıdır bilinmez, maalesef tifodan hayatını kaybetmiş.
BİZ NİYE YARI YOLDA KALDIK?
Buraya kadar aile anılarını anlatmamın nedeni aslında Cumhuriyet’in ilk yıllarında ekonomik yatırımlar kadar, genç Türkiye Cumhuriyet’inin kültür ve sanat alanında ne kadar önemli yatırımlar yaptığına işaret etmekti. Çünkü bu alanlarda kazanılacak değerlerin gelecek nesilleri şekillendirme adına yapılacak en büyük yatırım olduğu açıktı. Bu nedenle yurt dışına giden her öğrenci önünde sonunda ülkeye dönerek başka öğrencileri yetiştiriyor ve sonuçta ortaya yeni değerler çıkıyordu.
Pekiyi ne oldu da her şey iyi giderken bir anda bu alanda esamisi okunmayan Çin bile devler ligine girip sanatçı yetiştirirken biz yarı yolda kaldık?
Öncelikle eğitim sistemini yenileme konusunda başarısız olduk. Pedagog eğitmenler yetiştiremedik. Nesiller değişirken eğitim sistemimiz o nesillerin değişimine ayak uyduramadı ve eski eğitim sistemini yeni nesle diretmekte ısrarcı olduk. Yani, katı Alman ve Fransız disiplinini yeni nesle baskılamaya devam ettik. Katı disiplin bazı öğrencilerde işe yararken, çoğu öğrencinin sanattan kendini dışlamasına neden oldu. Serbest ifade göz ardı edilerek öğretmenin istediği sistem uygulanmak istendi. Bu baskıya dayanabilen öğrenciler bir şekilde sanat okullarından mezun olsalar da eğitim aldıkları alanlarda çalışmak yerine başka alanları tercih ettiler.
Devlet, yetenekli öğrencileri desteklemek konusunda git gide çekinser hale geldi. Yetenekli çocuklar için çıkartılan “harika çocuk” yasası rafa kaldırıldı ve devlet desteği alamayan yetenekli çocuklar artık öğretmenlerinin çabaları ile bir takım kuruluşlardan destek bulabilirlerse, burs alıp ancak bu şekilde yurt dışına gönderilebildiler. Geri dönenler de aldıkları bursları geri ödeme konusunda oldukça büyük sıkıntılar çekti.
Konservatuarlardan mezun olan gençler için belirsizlik had safhada oldu. Orkestraların kadro yetersizliği, az sayıda orkestra olması, her mezun olan gencin solist yeteneğine sahip olmaması, bir çok konservatuarda pedagojik formasyon derslerinin verilmemesinden dolayı mezun olan gençlerin müzik öğretmeni olamaması gibi nedenler çığ gibi büyüyerek işsiz müzisyen ve sanatçı ordusu oluşmasını doğurdu.
Her zaman bahsettiğim Köy Enstitüleri konusu ise bu ülkenin başka kanayan yarası oldu. Köylü olarak nitelendirdiğimiz ve şehir insanının kabul etmese de bir şekilde daha alt sınıf olarak gördüğü insanların şehirli insanlardan tek farkının aldıkları eğitim kalitesi olduğunu düşünürsek, fırsat verildiğinde ne cevherler çıkabileceğini o enstitülerden mezun olan isimlerden anlamak mümkün olacaktır.
Konunun devamının politikaya gireceğini bildiğim için detaylara inmek istememem nedeni ile sadece bu konunun aslında Türkiye için kırılma noktası olduğunu yazmam yeterli olacaktır.
Türkiye’nin kültür sanat konusunda en önemli sorunu bana kalırsa genel olarak Türk insanının tembelliğe yatkın olması. Bu konuda bana kızacak okuyucular olacağını bilmekle birlikte, yurt dışında yaşayan ve orada mesleklerini icra eden isimlerle, işlerini burada yapan isimleri karşılaştırdığımızda aslında haklı olabileceğimi anlayabilirsiniz. Sanat her ne kadar serbestliği desteklese de, büyük bir disiplin içinde yaşaması gereken bir olgu. İşte bu noktada diğer ülkeler ile Türkiye arasında ortaya çıkan boşluk aslında bu disiplin altında yatıyor.
HER ALANDA DİSİPLİN SORUNU VAR
Sadece sanat alanında değil, genel anlamda her konuda Türkiye’nin disiplin sorunu var. Kurallar bizim için ne yazık ki esnetilebilecek şeyler. Hâlbuki başka ülkelerde kurallar herkes için geçerli ve bunu çiğneyecek kim olursa olsun, bunun yaptırımı o kişiye statüsü gözetmeksizin uygulanıyor.
Son dönemlerde sıkça konuşulan TÜSAK yasa tasarısı taslağı sanat camiasında büyük tepkilere neden oldu. Bu yasa tasarısı taslağını asla desteklemedim. Ancak, orkestraların ve diğer sanat kurumlarının ciddi bir şekilde denetlenerek performans değerlendirmesinin yapılmasını da her zaman istedim. Sorun şu ki, bu performans değerlendirmesi kim veya kimlerce yapılmalı?
Bu benim asla cevap bulamadığım sorulardan bir tanesi. Ya da, devlet sanat kurumlarını desteklemeli mi desteklememeli mi? Devlet memuru sanatçı olur mu?
Eğer Atatürk’ün hayalini kurduğu sanat devrimini başarabilseydik cevabım hayır olacaktı. Çünkü bu devrimi başarı ile hayata geçirebilen bir ülkede sanat kendini idare edebilecek desteğe sahip olabilecekti.
DEVLET DESTEĞİ ZORUNLU
Ancak bugün sanatın devlet desteği alması mecburi, çünkü Türkiye ortalamasında bir orkestra ya da başka bir sanat kurumunun yaşamın sürdürebilmesi için paraya ihtiyacı var. Her şeyi özelleştirdiğimiz gibi sanat kurumlarını da özelleştirirsek ya da devlet politikasına bağımlı hale getirirsek, bir süre sonra yaşamını devam ettirebilen çok az sayıda sanat kurumuna sahip oluruz ki bu gerçekten tehlikeli bir gidişat olur. Artan nüfusun kültür ve sanat etkinliklerine makul ölçülerde bedel ödeyerek ulaşabilmesi ancak devletin desteği ile mümkün olur. Yoksa ultra lüks alışveriş merkezlerinde konumlandırılan sahnelerde çıkan “ithal” isimleri fahiş bilet fiyatları ile ancak elit zümre izleyebilir. Bu da sosyolojide orta sınıfın yok olması gibi başka tehlikeli durumlardan biridir.
Bunun dışında, tıpkı bugün sanat alanında başarılı isimleri içinden çıkarabilen diğer ülkeler gibi, bir ülkenin sanatçı yetiştirebilmesi için bu adayların çok küçük yaşlarda fark edilmesi ve bu çocuklara destek verilmesi gerekiyor.
Ancak siz eğitim sisteminizi ezber üzerine kurar, sınav üstüne sınav koyar, “sanat dersleri gerekli değil, onun yerine test çözün” derseniz zaten konuşacak konumuz kalmamış demektir.
Çok uzak değil, yakın zamana kadar okulların öğrencilerini konser, tiyatro ve benzeri sanat etkinliklerine göndererek düşüncelerini yazma etkinliği nerede kaldı? Çok bilindik okullar dışında bana kalırsa sıfıra yakın. Televizyon ya da başka yayın organlarında çok seslilik, kültür sanat konusu ne kadar işleniyor? Bu da sıfıra yakın.
Bugün elimizde o kadar başarılı isimler var ki, kendilerini bir şekilde yurt dışına atabilirlerse başarıdan başarıya koşarlarken, içimizden çıkan bu genç isimleri ne kadar biliyor ve tanıyoruz?
Beyin göçü bir ülkeye atom bombası atmaktan daha tehlike bir durumdur. İçimizdeki cevherleri başka ülkeye kaptırmak, eğitim için giden insanlarımızın ülkelerine geri dönmemesi kültür erozyonunun temel nedenidir.
Bugün, bir bilim adamımız Nobel ödülü aldı diye sevinirken, bu ismin neden Türkiye’de değil de A.B.D. de yaşadığını sorgulamamız lâzım.
En başa dönersek, kültür ve sanat alanında başarıya imza atmanın yolu önce burada yaşayan cevherlere sahip çıkmaktan geçiyor. Daha sonrasında disiplini sağlayacak sistemi oturtmak ve bunu uygulayabilmemiz gerekiyor. Çalışmayan insanla, çalışan ve emek veren insanı ayırabilmemiz ve bunu yaparken adil olmamız gerekiyor. Ancak bunun için önce insanlarımızı vicdanlı kişiler olarak yetiştirebilmemiz gerekiyor. Yaptığı işin hakkını veremiyorlarsa bundan dolayı üzüntü duymaları gerektiğini bilen insanlar yetiştiremezsek maalesef bu dediklerimin gerçekleşmesi hayalden öteye gidemez.
Herkese müzik ve sanat dolu bir hafta diliyorum.