Yaklaşık 20 yıl önce sinema sanatı bir yol ayrımına geldi. Projelerini tamamen patlamış mısır seyircisine yönelik bir yatırıma dönüştüren Hollywood patronları, sağlam senaryo ile metod oyunculuğunu yok sayarak yaratıcılığı boğmaya başlayınca alternatif akımlar ortaya çıkmaya başladı. Üstelik Hollywood düzenine karşı ilk ciddi kurumsal oluşum yine Amerika'da somutlaştı. Sundance, New York başta olmak üzere herhangi bir stüdyonun baskısı olmadan çalışan bağımsız sinemacılar ve dar bütçeli alternatif yapımların desteklenmesiyle birlikte TIFF, Cannes gibi festivaller nüfuz alanını genişletti.
Şimdilerde Hollywood sisteminin ileriye yönelik projeksiyon yapabilme ve gündemi yakalama becerisi sayesinde bağımsız gözüyle bakılan yapımlar da çoktan sistemin asli unsuru haline gelmiş durumda. Hollywood artık yüksek teknoloji ürünü bilgisayar ortamı yapımlarına anlamlı bir hikaye eklemeye çalışmakla kalmıyor; aynı zamanda bağımsız sinemacı kimliği ile öne çıkan isimleri sisteme katıyor. Oscar ödülerinin 87 yıl sonra bile küresel ölçekte popüler bir sinema etkinliği olmayı başarmasının sırrı işte burada.
Bu yılın aday gösterilen filmlerini incelerken dünyanın hal ve gidişi üzerine tutulan bir aynayı görmek mümkün. En iyi filmler de dahil olmak üzere öne çıkan 10 filmden 8'i gerçek olaylara dayanıyor. Gündelik hayatın gerçekleri, dünya tarihinin acımasız yüzleri hayal gücü ile hayatın yeniden tanımlanmasına pek yer bırakmamış.
Bu bir tesadüf olamaz; çünkü sadece bir hafta boyunca dünyadaki sosyal, siyasal ve kültürel adımları takip ederek yerkürenin yaşanılmaz hale getirilmesine tanıklık eden bir senaristin oturup düş gücünü çalıştırması beklenir mi? Zaten hayalgücü dediğimiz şey gerçeklerle öylesine örtüşür hale geldi ki, geleceğe ait kıyamet senaryolarından yola çıkan bilim kurgu filmleri seyirci tarafından "fazla karamsar" diye eleştiriyor. Gerçeklerle yüzleşme fobisi!
Gelelim adaylara: "American Sniper" Afganistan ve Irak savaşına katılan bir askerin ülkesine dönüşte yaşadığı uyum sorunlarını ve kendi memleketindeki "öteki savaşları" anlatıyor.
Yapımı 12 yıl süren "Boyhood/Çocukluk," bir çocuğu ortaokul döneminden yetişkinliğine dek takip ederken, mükemmel bir oyuncu kadrosu eşliğinde Amerikan aile yapısı, mahalle baskısı, kadın-erkek ilişkileri üzerine adeta muazzam bir tez yazıyor.
İngiltere'nin İkinci Dünya Savaşında Alman ordusunu mağlup etmesiyle tüm dünyanın kaderini değiştiren askeri başarısının altında yatan "enigma gerçeğini" bütün çıplaklığı ile anlatan "The Imitation Game/Yapay Oyun," Nazilerin şifrelerini kıran aygıtı yapan (sonradan bilgisayarlara esin kaynağı olan bir yaratıcılık seviyesi) Alan Turing'in herkesten daha vatansever ve dürüst olduğu halde sırf özel hayat tercihi nedeniyle nasıl düşman muamelesi gördüğünü anlatıyor.
Martin Luther King'in özgürlük yürüyüşü "Selma," Stephen Hawking ve eşinin hayatı "The Theory of Everything," erken yaşlarda Alzheimer hastalığına yakalanan bir dilbilimcinin hayatından yola çıkan "Still Alice," medyanın vahşileşen yüzüyle kapitalist mantığın ekran yüzü olmasını sergileyen "Nightcrawler/Gece Vurgunu" ve 1988 Seul Olimpiyatlarına katılan iki Amerikalı güreşçinin, polis kayıtlarında "Du Pont vakası" olarak adlandırılan hikayesini anlatan "Foxcatcher" bu yılın Oscar törenleri ve sonrasında adı sıkça anılacak olan filmler.
Hepsi de gerçek hayat deneyimlerine dayanarak yazılmış kitaplardan ya da özgün senaryolardan kotarılan bu filmlerden hangisi birinci olursa kabuldür.
Ancak "gönlünde yatan aslan hangisi" derseniz; en iyi film olarak Boyhood; en iyi erkek oyuncuda Benedict Cumberbatch; en iyi kadın oyuncu olarak ise Julian Moore'un seçilmesidir.