Bugün, konser salonlarında icra edilen ya da kaydı yapılarak dijital ortamda dinleyiciye sunulan eserlerin çoğunun 18. yüzyıl ve sonrasındaki dönemde yazılmış olması ilginç bir durumdur. Klasik müzik olarak adlandırdığımız Batı sanat müziğinin neredeyse bin yıllık bir tarihi olmasına karşın, 18.yüzyıl öncesinde yazılmış eserlerin bestecileri, klasik müzik dendiğinde genellikle ilk akla gelen besteciler değildirler. İlk bakışta şöyle düşünülebilir: Klasik müziğin en büyük bestecileri 18. yüzyıl ve sonrasında yaşamıştır, müzik bu dönemde daha önce olmadığı kadar gelişmiş ve derinleşmiştir; bu yüzden bu dönem eserlerinin çoğunlukla icra edilmesi doğaldır. Bu sav, oldukça açıklayıcı olsa da bir noktayı gözden kaçırıyor. Klasik müzik gerçekten de 18.yüzyıl ve sonrasında toplumsal düzeydeki etkisini arttırmıştır, bu da onun büyük S ile yazılan bir sanat olarak kabul edilmesine zemin hazırlamıştır. Ancak müzik bir zanaat olarak 18. yüzyıldan ve konser salonu kurumunun topluma iyice yerleşmesinden çok önce de ifade gücü ve teknik bakımdan oldukça gelişmiş durumdaydı. Bugün; Beethoven, Tchaikovsky veya Berlioz’dan çok keyif almamız, bu bestecilerin Palestrina veya Ockeghem gibi isimlerden yazı olarak daha üstün olmalarından değil, aslında bize daha çok dokunabilmelerinden kaynaklıdır. Günümüzde klasik müzik dinleyicisi ve icracısı olarak, 18. yüzyıl ve sonrası dönem müziğine olan yoğun ilgimiz, bu dönem eserlerini dinlerken veya icra ederken, ya da sadece eserler hakkında konuşurken yaşadığımız tecrübenin; kabaca 18. yüzyıl öncesi müziği üzerine olan tecrübemizden daha yoğun olmasından ileri gelir. Bu noktada, 18. yüzyıl ve sonrasının müziği, klasik müzik icrasında, eğitiminde ve talebinde bir paradigma halini alır ve bu paradigma, günümüzün yaşayış biçimini şekillendiren modernite düşüncesi ile organik bir ilişki içerisindedir.
Modernite; merkezci, rasyonel, bireye dönük, ikilikler üzerine kurulu bir düşünce sistemi olarak, aslında günlük hayatımızın her alanında karşımıza çıkar. Tarihi dönemlere ayırmak da esasen modernite bağlamındadır, bugünden bakılan bir geçmişi anlamlandırma çabamızın bir sonucudur, ancak irdelenmediğinde anakronistik bir bakışa sebep olabilir. Batı müziği tarihi de bir istisna değildir ve müzik tarihi üzerine bugünden bakarak düşündüğümüzde, aklımıza gelebilecek ilk düşüncelerden biri klasik müziğin Johann Sebastian Bach (1685-1750) ile başlamış olduğudur. Klasik müzik tecrübemize yön veren 18. yüzyıl ve sonrası dönem paradigması içerisinde, bu düşünce çok da yanlış sayılmaz. Bach’tan sonra gelen birçok büyük müzisyen onun ne kadar önemli bir besteci olduğunu ifade etmiştir. Enstrüman eğitiminde Bach’ın eserlerini çalmak, yadsınamaz bir önemdedir. Bugün bile klasik kompozisyon eğitiminin temel taşları sayılan armoni, kontrpuan, füg ve form bilgisi konularında; Bach’ın müzik stilinin taklidi oldukça temel bir yere sahiptir. Bu bilgiler ışığında, Bach’ın gerçekten bir çağı kapayıp başka bir çağı açtığını düşünebiliriz, tıpkı Beethoven’ın 1827’deki ölümünün Romantik çağı başlattığını (!) düşündüğümüz kolaylıkla. Halbuki, tarih sürekli akan bir nehir gibidir. Tek bir olayın ya da kişinin tarihsel bir dönemi başlattığı fikri, bir dönemden başka bir döneme geçişin, bir odadan başka bir odaya geçiş gibi kapılar vasıtasıyla gerçekleştiği şeklinde kategorik bir algıya yol açar. Beethoven romantik midir, yoksa klasik mi sorusu Beethoven’ın müziği üzerine düşünüldüğünde, müziğin kendisinden yola çıkılmasını engeller. Bu bakış açısından, Bach’ın müziğinin yeni bir çağ başlattığı düşüncesi, Bach sayesinde müziğin, önceki dönemden tamamen farklı bir çehreye büründüğünü hissettirir; ancak Bach’ın hayatını ve yaşadığı dönemdeki diğer bestecileri incelediğimizde durumun pek de öyle olmadığını görürüz.
John Rice, Music in the Eighteenth Century (On Sekizinci Yüzyılda Müzik) kitabının ikinci bölümünde, 18. yüzyıl bestecilerinde görülen stilleri ikiye ayırır: learned (öğrenilmiş) ve galant (kibar, hoşa giden). Bu ayrımda, öğrenilmiş stille kast edilen müzik türü, Rönesans bestecilerinden beri, özellikle kilise ve koro müziğini etkisi altında tutan, sonraları çalgı müziğine de uygulanan, farklı ezgi hatlarının eşit öneme sahip olduğu kontrapuntal yazı tekniğidir.
Örnek 1:
https://www.youtube.com/watch?v=0yd5EE0hAB8&ab_channel=margotlorena2
Galant stil ise, karakter olarak oturmuş bir stilden çok, kontrapuntal stile alternatif olabilecek, daha sade bir ezgi hattına sahip ve müziğin dikey yani armonik karakterinin ön planda olduğu bir stil arayışını ifade eder. Leyla Pamir, Müzikte Geniş Soluklar kitabında, galant stil yerine yeni tını ifadesini kullanır; böyle bir tanımlama 18. yüzyıldaki bir yenilik arayışını vurgulaması açısından dikkat çekicidir. Sadelik ve bir ezgi hattının diğer ezgi hatları üzerinde öneme sahip olması bakımından, galant stilde yazılmış eserler; bugün sadece klasik müzikte değil, diğer müzik türlerinde de aşina olduğumuz yazı tarzının ilk örnekleri sayılabilirler.
Örnek 2:
https://www.youtube.com/watch?v=fh8-6mpZAxw&ab_channel=DavidLloyd-Mostyn
Ancak özellikle vurgulamak gerekir ki, galant stilde yazılan eserlerin kontrapuntal stile bir alternatif olarak çıkması, bu eserlerin kontrpuan içermediği anlamına gelmez. Kontrpuan, bir disiplin olarak, neredeyse her dönemde, bir esere derinlik kazandıran bir unsur olarak bulunmuştur. Buradaki vurgulanmak istenen nokta, kontrpuanın artık bir eserin üzerine kurulduğu temel unsur olmadığıdır.
18. yüzyılın başından itibaren müzikte beliren yeni bir stil arayışı, değişen Avrupa toplumuna ayna tutması açısından önemlidir. Yeni bir tını peşindeki besteciler, bir önceki yüzyılın hakim kompozisyon paradigması olan kontrapuntal barok stili sıkı, yapay ve zanaat içerisinde boğulmuş olarak görmüş; doğal ve sade olanın peşinden koşmuşlardır. Bu durum sadece müziğe özgü değildir, diğer sanat dallarında da benzer arayışlar söz konusudur. Jacques Attali, Gürültüden Müziğe: Müziğin Ekonomi-Politiği Üzerine’nin ilk bölümünde, tarih boyunca iktidarların gürültüleri kontrol etme isteğinden ve 14. yüzyıldan başlayarak Batı sanat müziğinin saraylara ve kiliseye sıkışarak teknik açıdan geliştiği ancak halktan koptuğundan bahseder. Attali’nin bu savı ışığında, kontrapuntal stil o dönemde, neredeyse kilise müziği ile aynı anlama geldiğinden, müzikte daha sade bir ifade arayışı, 18.yüzyılın başında yükselen orta sınıfın müzik besteciliği ve icrasının talebinde söz sahibi olmaya başlamasıyla ve kilise kurumunun müzik üzerindeki etkisinin güç kaybetmesiyle açıklanabilir. Bu bakış doğrultusunda, müzikte sade ve doğal bir dil arayışının, yükselen orta sınıfın kültürel alandaki ihtiyaçlarına cevap vermekle aynı düzlemde olduğu çıkarımını yapmak mümkündür.
1685-1750 yılları arasında yaşayan Johann Sebastian Bach’ın müziğinin çok net biçimde kontrapuntal yazı üzerine kurulu olduğu söylenebilir. Bach’ın kontrpuana hakimiyeti ve tekniği kullanışı o kadar kuvvetlidir ki, Bach ismi neredeyse kontrapuntal yazı stiliyle özdeşleşmiştir. Bestecinin bu stilistik özelliği, yukarıda bahsettiğimiz tarihsel perspektiften incelendiğinde, Bach’ı içinde yaşadığı dönemde eski teknikleri kullanmaya devam eden muhafazakar bir pozisyon içerisinde gösterir. Bach, aslında Johann Stamitz, Domenico Scarlatti gibi yeni tınıya örnek gösterilebilecek bestecilerin çağdaşıdır, ancak bu yeni tınıları kullanmamayı tercih etmiştir. Bach’ın müziği, kendi döneminde stil olarak yeni değildir; tam tersine, birçok eski ve çağdaşı sayılabilecek bestecilerin stillerinin çok özgün bir sentezidir. Jean-Baptiste Lully, Girolamo Frescobaldi, Johann Pachelbel, Dietrich Buxtehude, Antonio Vivaldi; Bach’ı etkileyen bestecilerden birkaçıdır. Bach’ın kendinden önceki bestecilerin eserlerini çok iyi öğrenmesi ve bu stillerin sentezini yine kontrapuntal bir yazı ekseninde yapması, onu ve benzer anlayıştaki diğer dönem bestecilerini, yukarıda bahsettiğimiz öğrenilmiş stilin temsilcileri olarak düşünmemize olanak sağlar.
Peki, madem Bach’ın müziği kendi döneminde bile stil olarak muhafazakar bir konumda, Bach’ı neden bugün çığır açıcı bir figür olarak düşünüyoruz? Bunun birçok nedeni var. Bunlardan ilkini şöyle özetleyebiliriz: Bach’ın müziği her ne kadar kontrapuntal bir yazı tarafından karakterize edilse de, müziğinin dikey boyutu da en az yatay boyutu kadar önemli durumda. Knud Jeppesen, meşhur Kontrpuan ders kitabının girişindeki Kontrpuan öğretiminin tarihi yazısında, Bach’ın öğrencilerine ancak dört partili armoniyi bitirdikten sonra kontrpuan ilkelerini anlattığından bahseder. Bu Bach’ın pedagojisinde armoninin, yani seslerin dikey ilişkisinin kontrpuandan yani yatay ilişkisinden daha geri planda olmadığını, öğrencilerinde armonik ritm kavramının oluşmasının bir öncelik olduğunu göstermektedir. Bu özellik, Bach’ı daha önceki kontrapuntal stil bestecilerinden ayırmaktadır. Dikey boyutun, en az yatay boyut kadar önemli olması, aslında Bach’ı, yatay boyutun merkezde olduğu eski dönem ile dikey boyutun merkeze geldiği 18.yüzyıl ve sonrası dönem arasında bir köprü yapan bir özellik olarak değerlendirilebilir.
Bir başka neden de, Bach’ın kendi eserlerinde gerek çağdaşlarından gerekse de öncüllerinden çok daha geniş ve karmaşık yapıda modülasyon yani tonlar arası geçiş uygulamaları kullanmasıdır. Galant stilde müzik hem doku hem de armonik anlamda sadeleşirken, Bach tam tersine var olan armonik imkanların sınırlarını zorlamayı tercih etmiştir. Bu özelliğinin, Bach’ın sonraki dönemlerde çağının ötesinde bir besteci kültü içerisinde düşünülmesine kolaylık sağladığı da söylenebilir.
Örnek 3:
https://www.youtube.com/watch?v=lHTMq-5B9Co&ab_channel=ProkProk
Üçüncü ve belki de en önemli neden, Bach’ın müziğinin kurumsal bir karakterde olmasıdır. Bu kurumsallığın pek çok boyutu bulunmaktadır. Bach, birçok çalgı için solo eserler yazmıştır ve bugün çoğu eseri her çalgı için repertuarın temel eserleri kabul edilmektedir. Besteci, ayrıca topluluklarda bas eşlik amacı gören çalgılara solist karakteri kazandıran eserler yazmıştır. Bach, klavye için 24 tonun hepsinde, prelüd ve fügler yazmış, ve dolaylı biçimde kuramsal olarak bütün tonların eşit-tampere sistem içerisinde aynı önemde olduğunu göstermiştir. İki kitaptan oluşan, İyi Düzenlenmiş Klavye başlığı altındaki bu prelüd ve fügler, bugün piyano repertuarının temel eserlerindendirler ve piyano eğitiminin vazgeçilmezleri arasında yer alırlar. Müzik pratiğine ek olarak, teorik açıdan bugünkü klasik kompozisyon eğitiminin temel dersleri sayılan armoni ve füg eğitimi, çoğunlukla Bach yazısını taklit etme prensibi üzerine kuruludur. Bu ve benzeri başka özellikler, Bach’ın müziğinin kendi başına bir paradigma olmasının önünü açmıştır ve onun müziğine bir kurumsallık kazandırmıştır. Modernite düşüncesinde kurumsallık oldukça önemli bir yer tuttuğundan; Bach’ın müziğinin kurumsal yapısı, onun modernite düşüncesi tarafından bir klasik müzik paradigması haline getirilmesine neden olmuştur. Bach’ın müziği, kendi yaşadığı dönemde de zamanın ruhunun dışında bir karakterde olduğundan, modernite düşüncesi tarafından kolaylıkla zamansızlık ve ebediyet payeleriyle ödüllendirilmiş ve prensipleri kristaller haline getirilerek müzik eğitimin değişmez birer parçası olmuştur. Bu bilgiler ışığında, Bach’ın müziğinin sadece öğrenilmiş değil, aynı zamanda öğretilen bir karakterde olduğu söylenebilir.
Modernite düşüncesinde zaman algısı tamamen çizgisel bir nitelik taşıdığından, yukarıda bahsedildiği üzere, tarih anlayışı da belli olayların net çizgilerle birbirinden ayrılması üzerine kuruludur. Örneğin, milat denen kavramı Hz.İsa’nın doğumu olarak kabul etmemiz, Hz.İsa’nın yaşadığı dönemde makro ölçekte büyük bir etkiye sahip olmasından değil, daha sonraları Hristiyan tarih yazıcılarının bu olayı milat olarak kabul etmesi ve dünyanın genelinin de bugün bunu benimsemiş olmasından ileri gelir. Bugünkü klasik müzik tecrübemizin kökenlerini sorgulamak istediğimizde de müzik tarihine bakarız ve aynı uygarlık tarihinde olduğu gibi temel köşe taşları bulmak isteriz. Çünkü eksen noktaları bulmadan doğrudan geçmişe bakmaya kalktığımızda kendimizi kaybolmuş hissederiz ve karşılaştığımız müziklerden çoğunun bugün alışık olduğumuz müzik tecrübesini bize vermediğini görürüz. Eski müziklerin önemli olduğunu biliriz, ancak incelemeye nereden başlayacağımızı bilemeyiz. Bach’ın müziği işte tam da bu ihtiyacımıza, yukarıda bahsettiğimiz teknik nedenler bağlamında cevap verir. Modernite düşüncesi çerçevesinde müzik tarihini geriye bakarak incelediğimizde, yabancılık çekmeden gideceğimiz en eski müzik Bach’ınkidir. Daha eski dönemleri incelemek için, hep Bach’tan yola çıkarız ve Bach’ın müziğini sanki geçmişten gelen tınıları, bizim tecrübemize uygun hale getiren bir optik gibi düşünürüz. Bu da modernite düşüncesi çerçevesinde, Bach’ın müziğini, bir milat olarak düşünmemize sebep olur.
Bach’ın müziğinin çığır açıcı olarak düşünülmesinin teknik ve hatta sosyolojik nedenlerinden bahsetmiş olsak da, sanki havada kalan bir şeyler var halen. Yani bugün, dünyanın herhangi bir yerinde kilise kültürüne yabancı bir insanın, Bach’ın Aziz Matta Pasyonu’ndan aldığı büyük keyif, sadece bu müziğin teknik boyutlarıyla ya da modernite düşüncesi tarafından nasıl konumlandırıldığıyla açıklanamaz. Burada, sanatın herhangi bir analize tabi tutulamayan büyülü doğası devreye giriyor. Farklı bireyler olarak, Bach’ın müziğiyle yaşadığımız tecrübe öylesine yoğun ve güçlü ki, bugün pek çok insan o büyülü deneyim için onun müziğini dinlemeye devam ediyor ve birçok yönetmen filmlerinde halen onun müziğini kullanıyor. Bach’ı çığır açıcı yapan şey işte tam da bu: ne onun stilistik özellikleri, ne de onu kurumsal olarak nasıl konumlandırdığımız; sadece onun müziğinin kültürler ve kurumlar ötesinde yer alan özgürleştirici gücü.
TUNA DAĞDELEN
28 Kasım 2020, Ankara
Kaynaklar:
Attali, J., “Gürültüden Müziğe: Müziğin Ekonomi-Politiği Üzerine”, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2017.
Jeppesen, K., “Counterpoint: The Polyphonic Style of the Sixteenth Century”, Prentice-Hall, Englewood Cliffs, NJ, 1939.
Milovanovic, D., “Dueling Paradigms: Modernist v. Postmodernist Thought” in Humanity and Society; 19, Garland Publishing, New York, 1997.
Pamir, L., “Müzikte Geniş Soluklar”, Boyut Kitapları, İstanbul, 1998.
Rice, J., “Western Music in Context: Music in the Eighteenth Century”, W.W.Norton Company, London, 2013.