Artık benim İstanbul hayranı olduğum belli oldu sanırım. Doktora tezimde, Sanattan Yansımalar’daki yazılarımda, hâttâ günlük hayatımda, İstanbul âdeta baş karakter rolünü alıyor. Tabii, bu hayranlığın biraz klişe tarafları olabilir. Lady Wortley Montagu, Pierre Loti, Joseph Marx (bir sonraki yazıda okuyacağınız gibi) örneklerinde görürüz, yurtdışından gelip İstanbul’a hayran kalmanın uzun bir geçmişi vardır.
Sadece geçmişte kalmadı ama. Geçen sene, pandeminin hayata getirdiği kısıtlamaları ve Netflix’in uluslararası patlamasıyla bu İstanbul hayranlığı daha da büyük bir çapa ulaştı. Evet, Türkiye ile alakası olmayan Amerikalı tanıdıklarım da, İstanbul’un çeşitli sosyal sınıfları ve mahallelerinden gelen, farklı dünya bakışına sahip karakterlerin kesişen hayat yollarını takip eden Bir Başkadır dizisini izliyordu. Tabii, İstanbul’da yollar, kesişmeler çok. Hep başka bir yoldan gezilebilir, beklenmedik bir açıdan bakılabilir ve duyulabilir, hakikaten “bir başkadır,” yani...
Bu sene, hem “başka bir dünya mümkün” temalı İKSV’nin İstanbul Müzik Festivali’ni hem de Cem Mansur yönetimindeki Cemal Reşit Rey Senfoni Orkestrası’nin, başka İstanbul’lara klasik müzik götürmeye amaçlayan proje kapsamındaki “Senfonik Yaz” serisini takip ederek, İstanbul’u başka yollardan gezme, kesişme fırsatları buldum. Bu yazıda farklı farklı kesişen yolları, İstanbul’a bir başka bakış ve duyuş açıları sağlayan bu iki yaz festivalinden bahsedeceğim.
Müzik, insanların başka bir şekilde hareket ve başka yollardan seyahat etmesine sağlayabilir. Yani, müzik sayesinde bir şehir birçok farklı açıdan tanınabilir. Artık klasik haline gelmiş olan The Hidden Musicians: Music-Making in an English Town adlı kitabında, antropolog ve etnomüzikolog Ruth Finnegan, Milton Keynes adlı bir İngiliz kasabasındaki çeşitli müzik türleriyle uğraşan insanlarla saha çalışması yapıp kasabadan geçen yollarını takip ediyor (Finnegan 1989). O şekilde, aynı şehirden geçen ve kesişen çeşitli yollarını çıkartarak, Finnegan, müzikle uğraşmanın, insanların hayatlarını ve şehre ait ilişkisini nasıl şekillendirdiğini gösteriyor.
Festivaller ise, bu ağ haline gelen yolların daha kristalize formu olarak değerlendirilebilir. Music/ City: American Festivals and Placemaking in Austin, Nashville, and Newport adlı kitabında, festivallerin çeşitli ihtiyaçlar ve örgütler arasında aracılık ettiğini iddia edip festivalleri “liquid culture” olarak tanımlayan sosyolog Jonathan Wynn, festivallerin şehirlerin içinde aldığı formu analiz ediyor. Örneğin, Wynn, bir festivalin tamamen şehir merkezinde yapılması ya da konserlerin şehrin her tarafında bulunan çeşitli mekânlara dağıtılmasına göre farklı bir form çıkarıyor.
İstanbul Müzik Festivali ve Senfonik Yaz serisini izlerken, bu iki çalışma aklıma geldi, çünkü her ikisiyle çok farklı bir İstanbul’la karşı karşı kalıyordum. İstanbul Müzik Festivali esnasında şehrin birbirinden güzel çeşitli mekânlarına koşuştururken başka bir İstanbul düşünmek zor oluyor, çünkü festival’in kendi yarattığı ağa göre İstanbul’da hareket ediyorsun. Fakat, “Senfonik Yaz” serisiyle yine çok farklı bir İstanbul’la tanışma fırsatım oldu.
Bu sene, bütün konserler dış mekânda verildiği için, hem İstanbul Müzik Festivali’nin hem de Senfonik Yaz serisinin merkezi, Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu oldu. CRR’ye, Lütfü Kırdar’a sık sık gittiğim için, bu yaz etkinlikleri de, artık alıştığım Kadıköy-Beşiktaş arasını vapurla geçip taksiyle ya da otobüsle yukarıya çıkarak başladı.
3 Temmuz akşamı, İstanbul’a geldikten birkaç hafta sonra bu yoldan tekrar geçip Harbiye’ye vardım, Senfonik Yaz başlasın diye. Bu konser serisinin amacı, çok sevilen klasik müzik eserlerini pandemiden sonra tekrar hep beraber dinlemekti. Senfonik Yaz konserlerinin hepsi bir tema üzerine kuruldu ve hepsi anlatımlı şeklilde düzenlendi. Konserin her dördü hem bilet satışıyla Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda, hem ücretsiz olarak İstanbul’un dört bir tarafında bulunan mekânlarda verildi. Hem “canlı yayın”ların kandırıcı câzibesini kırma konusunda hem de İstanbullulara ucuz ya da bedava, kaliteli, iyi tasarlanmış konser programları sunma konusunda CRR Orkestrasını ve Cem Mansur’u ne kadar takdir ettiğimi anlatamam.
İstanbulluları da ayrıca takdir ediyorum, çünkü hangi Senfonik Yaz konserine gittiysem, tamamen doluydu. Serinin açılış konserinde arkamda bekleyen adamın söylediği gibi, “biz böyle şeylere susamışız.” Ve hakikaten, “Büyük Bir Gece Müziği” temalı konseriniilk eseri olan Mendellsohn’un “Bir Yaz Gecesi Rüyası”nı dinlerken ürperdim. Aynı şekilde, 30 Temmuz tarihindeki ikinci, “Bir yaz akşamı” temalı konserde, şef Can Okan’ın, Çağ Erçağ’ın çalacağı Fauré “Elegie” eserini orman yangınlarına bağlaması, ve o şekilde yarattığı kolektif duygu yoğunluğu âdeta bir şifa gibi geldi.
Bir kaç hafta sonra, yine Harbiye’de, Istanbul Müzik Festivali iki tane etkileyici konserle başladı. Tamamen yirminci yüzyıl Rus müziğinden oluşan açılış konseri çok hoşuma gitti. Hem Prokofiev’in hem de Şostakoviç’in birinci piyano konçertolarını yanyana koymak müzikal dilleri arasındaki benzerliklerini ve farklarını kıyaslamak için çok ince ve keyifli bir fırsat verdi. İkinci akşam yine piyano odaklıydı. Bu sefer, Fazıl Say kendi eserleriyle merkezdeydi. Enteresan bir şekilde, açılış konseri, muhtemelen oldukça yüksek bilet fiyatları nedeniyle dolmazken, daha da yüksek bilet fiyatları olan Fazıl Say konseri büyük amfi tiyatroyu doldurdu. Bunun sebebini tam olarak bilemiyorum tabii, ama bence Fazıl Say’ın piyanodan çıkardığı değişik sesleri yanı sıra profesyonel seviyedeki sosyal media paylaşımlarının etkisi olmadığını söylemek güçtür.
Bu açılış konserlerinden sonra festival yollarına bir müze turu eklendi. İlk sırada, daha önce gitmemiş olduğum Rahmi Koç Müzesi vardı. Kadıköy’den karşıya vapurla geçmek her zamanki gibi keyifliydi. Karaköy’den yürüye yürüye terleye terleye taksi bulmaya çalışmak ise pek keyifli sayılmazdı. Bu sefer konserin merkezinde, anladığım kadarıyla İstanbul’a sık sık uğramış olan Alexander Rudin vardı, ve çok hoş bir programla tarihi mekânik aletler arasında bulunan sahneye çıktı. Aydın Büke konuşmasıyla, Schubert, Schuman(ların) ve Brahms arasındaki ilişkilerini canlandırdıktan sonra sanki hepsini bizzat tanımışım gibi hissettim. Yalnız bütün festival esnasında, dijital program olayına ısınamadım. Artık, böyle tedbirlerin hijyen açısından gereksiz olduğunu biliyoruz ve konseri takip edebilmek için sürekli telefonuma bakmak istemiyorum. Umarım, ileride yine kağıt programlar olur. Alexander Rudin ise mükemmeldi ve viyolonseliyle Biedermeier mobilyaların yalın ve kontrollü hatlarını anımsatan müzikal hatlar çizdi.
Fakat, Alexander Rudin Hasköy’de güzel hatlar çizerken, CRR orkestrası Harbiye’de dansa davet ediyordu. Ama o daveti ancak bir sonraki akşam kabul edebildim ve onun için alışık olmadığım bir yoldan gitmem gerekti. Bu sefer yine vapurla Karaköy’e geçtim, ama oradan tramvaya binip ta Fatih’teki Topkapı Kültür Parkı’na gittim. Tramvaydan indiğimde, eski şehir duvarlarıyla dramatik bir şekilde karşı karşıyaydım. O manzara, artık alışık olduğum İstanbul’un dışına çıkıp farklı yolların kesiştiği bir yere geldiğimi ifade eden bir metafor olarak düşünülebilir bence. Sağa sola sorduktan birkaç dakika sonra amfi tiyatroyu buldum. Yarım saat erken varmama rağmen, tiyatro zaten dolmaya başlamıştı. Birkaç festival konserinden sonra, buradaki atmosferin farklarını daha net anlayabildim. Hareket daha çok oluyor, bazı arkadaşların elinden kulağından telefon hiç düşmüyor ve bazı eserler sahnenin arkasından gelen “Erik Dalı” melodilerin eşliğinde çalınıyor. Fakat dans temalı konser yine de izleyicilerin ilgini çekti. Cem Mansur, konseri zekice doğulu olmaya çalışan Samson ve Delilah Üvertürü’ndeki Camille Saint-Saëns’le, batıya dönük “Köçekçe”deki Ulvi Cemal Erkin arasında bağ kurarak konseri çerçeveledi.
İdil Biret’in konseriyle festival ağının merkezine dönmüş olacaktık, fakat konser onun rahatsızlığı gerekçesiyle iptal olunca, kendisine geçmiş olsun deyip festival yolumuza devam etmek zorunda kaldık.
Sırada üst üste çağdaş müzik dolu konserler geldi. Birincisi için, uzun sahilyolunu katederek Sabancı Müzesi’nin ihtişamlı bahçesine gittim. Orada Borusan Kuarteti çok zarif bir konser verdi. Konserin ilk yarısında, Peteris Vasks adlı Letonyalı besteci’nin oldukça kolayca takip edilen müzikal diline sahip bir yaylı sazlar kuarteti vardı. İkinci yarsında ise, Fransız klarinetçi Paul Meyer ile inanılmaz pürüzsüz, yumuşak bir şekilde çaldığı Mozart Klarinet Beşlisi vardı.
Müze turu bu sefer hakikaten her açıdan değişik bir konserle devam etti bir sonraki akşam da… Bu konser için yeni Arter Müzesi’ne gitmiş olduk. Yine Kadıköy’den vapurla, ama sonra Tünel’le yukarıya çıktım ve yürüyerek Tarlabaşı’ndan geçtim. İlhan Usmanbaş’ın 100’üncü doğum gününü kutlamak üzerine organize edilen konser, öğrencilerinden ibaret, müziğini ve öğretmenliğini anlatan bir açık oturum ile başladı Arter’in arka bahçesinde. Hasan Uçarsu erken Cumhuriyet dönemindeki bestecilerin kuşakları arasındaki farkları anlatarak sürükleyici bir anlatım biçimi sergiledi. Konserde ise en çok Özkan Manav’ın “...konuştuk, avuçlarımızda su sesleri...” adlı, dünya prömiyeri olan eserinin oldukça berrak şekilsel akışından etkilendim. Külliyatını çok iyi bilmediğim için, Usmanbaş’ın solo enstrümanları için bestelediği eserleri bana biraz yabancı kaldı.
Doğrusu, konser esnasında, bahçenin etrafındaki apartmanların pencerelerinden dinleyen komşuların müzikleri nasıl algıladığına da merak ettim. Bir Başkadır dizisi için daha uygun bir sahne seçmek mümkün olur muydu?
Bu oldukça değişik konserden sonra, İstanbul Müzik Festivali birbirinden güzel, âdeta ancak İstanbul’da olabilecek mekânlarda verilen konserlerle sonuna yaklaşmaya başladı. İlk olarak Karaköy’deki St. Benoit Lisesi’nin avlusunda iki konser vardı. St. Benoit’nın Kemeraltı Caddesi’ndeki cephesi beni kandırmıştı. İçeride çok büyük, hakikaten güzel mekânsal manzaralar vardı. Birinci akşamdaki konserde, müziğin batıya, hâttâ “wild” batıya açtığı bir başka manzarayla da karşılaştık.
Yine Cem Mansur yönetimindeki orkestra, John Adams ve Stephen Montague adlı iki tane Amerikan besteciden daha önce duymadığım eserler çaldı. Mansur, “Yaz Festivali” konserlerinde verdiğinden daha ayrıntılı, müzikal açıdan daha teknik bilgiler verdi. Dinleme deneyim açısından da gayet başarılıydı. Yalniz, bu iki eser arasında, orkestranın Hande Küden’le çaldığı eserler, sanki başka bir konserden yanlış bir yol kesişmesiyle eklenmiş gibi geldi. Örneğin, Samuel Barber’ın keman konçertosu gibi bir eseri çalsaydı daha uyumlu bir konser olabilirdi.
Yine St. Benoit’nın avlusunda verilen, “Sahnede İsyan” başlıklı, bir sonraki akşamki program ise her açıdan uyumluydu: kardeş piyanistler Ufuk ve Bahar Dördüncü tarafından çalınan, Debussy ve Stravinsky’den üç tane, çift piyano için düzenlenmiş ballet. Konserden önce, müzikolog Sungu Okan festivalin bence en başarılı anlatısını yaptı. Bu sadece benim meslektaşıma gösterdiğim bir ayrıcalık değil. Okan, eserlerinin akışını, Ballet Russes’teki kişilikler gibi bilgileri sade, konser deneyimin keyfini arttıracak şekilde verdi. Avlunun gösterişli duvarlarına yansıtılan, isviçreli film yapımcısı Fabrice Aragno’nun, çalınan eserlerden esinlenerek yaptığı filminden ise o kadar çok etkilenmedim. Mekân zaten etkileyici ve özellikle Bahar Ayini çalarken, iki piyanist başlı başına neredeyse bir bale kadar hem müziksel hem de bendensel açıdan etkileyici bir performans sergiliyor.
St. Benoit etkileyiciydi, ama St. Benoit’dakilirdin sonra, mekânsal açıdan festivalin en büyüleyici konseri geldi. Konserin Fransız Sarayında olacağını okuyunca, aklıma Beyoğlu’nda yürürken hep önünden geçtiğim, Hollanda Konsolosluğu gibi bir şey geldi. Meğer İstiklal’dan sapıp, Tomtom mahallesine inip, daha önce görmediğim bir yoldan girmek gerekiyormuş. Saraya girdikten sonra, sanki Hermann Hesse’nin Steppenwoolf adlı romanında olduğu gibi, daha önce fark etmediğim, küçük bir kapıdan girip, gizli, büyüleyici bir dünyaya girmişim gibi geldi: kocaman bir taş duvarın yanından geçip geniş, farklı kısımlardan oluşan, biraz yüksekte kalan bir bahçeye giriyorsun, arkanda kocaman, ihtişamlı, gerçek bir saray var. Bu benim için, İstanbul’un hâlâ ne kadar şaşırtıcı olabileceğini gösteren bir olay oldu.
Fakat, bu cennette verilen konser tam olarak tatmin edici değildi. Meksika ve Lübnan kökenli Piyanist Simon Graichy, zarif bir yorumla çaldığı Liszt tarafından düzlenmiş Bach La Minör Füg'le, konseri güzel bir şekilde açtı. Ardından gelen Gottschalk, Granados, ve Albeniz gibi, biraz sıradışı bestecilerin programda bulunması kesinlikle hoştu, ama Bach ve Liszt’le ne alakası vardı? Konser programları meze sofrası gibi çeşitli olsun derseniz, tamam diyebilirim. Fakat, o zaman bu program sanki balığı eksik bir meze sofrası olmuş. Yani, konserin o mekânla yarışacak ağırlığını, cismini bulamadım.
Şimdiye kadar bayağı gezdik İstanbul’u. Harbiye’den yola çıkarak, bir müze turu yaptık, Fatih’e gidip “bir başka” İstanbul’u gördük, ve Beyoğlu’nun ortasında gizli bir dünya keşfettik. Fakat, yine de, sanki önemli bir şey eksikmiş, İstanbul’u bir başkar yapan şey. Neymiş o? Boğaz tabii, ve boğaz İstanbul Müzik Festivali’nden eksik olmadı. COVID esnasında, İstanbul’un çeşitli mahallelerinde bulunan tarihi mekânlarda çalan çeşitli küçük müzik topluluklarıyla, müzik rotası denilen haftasonu konser turunun yapılması güçken, Müzik Festivali herkesi vapura bindirip İstanbul'u kendisi kocaman bir mekân haline getirdi.
Bu vapur turu konseri hakikaten muhteşemdi. Üç tane, pek önemseyeceğimi beklemediğim, fakat tam yerinde gruplar vardı: bir keman ve kontrabas ikilisi, Viyana’dan gelen bir saksofon kuarteti ve İstanbullu bir viyolonsel kuarteti. Saksofon Kuarteti’nin çaldığı, Orta Avrupa’yı anımsatan, Avusturyalı halk ezgileri, “Klezmer Wedding” gibi eserler özellikle hoşuma gitti. Viyolonsel Kuarteti’nin turunu “İstanbul Şarkıları”yla bitirmesinden de etkilendim. Hava da daha güzel olamazdı. Tur rehberinin boğazdaki mahalleleriyle ve yalılarıyla ilgili keyifli bir şekilde verdiği bilgilerle, müziğin eşliğinde İstanbul manzarasını izlerken, Mikhail Baktin’in “chronotop” kavramı aklıma geldi (oldukça vasat kahve sunan “Chronotrop” zinciri değil). Örneğin, Viyolonsel Kuarteti'nden Albinoni Adagio eşliğinde yalılara bakarken, âdeta bambaşka, yavaşlattırılmış bir zaman akışıyla hareket ediyormuşuz gibi geldi. Unutamayacağım bir olaydı.
Boğaz’da bir konser daha vardı. Hâttâ Osmanlı İmparatorluğu ve 21. yüzyılın farklı dekadenz anlayışlarını bir araya getiren Çırağan Saray Four Seasons Hoteli’nde, Yunus Emre’nin 700. yıldönümü kutlayan Türk Sanat Müziğinden ibaret bir konser verilecekti. Hem mekân hem müzik açısından dört gözle beklemiş olduğum bir konserdi. Fakat, vapur turu ne kadar yekpare, kendi kronotopuna sahip büyüleyici bir atmosfer oluşturduysa, bu konser o kadar dağınık kaldı. Yani, müziğin hoş, Bora Uymaz’in sesi çok kadifeli olmasına rağmen, benim ez azından birbirleriyle nasıl bağlantılı olduğunu anlamadığım, fasıl süitini anımsatmayan, tam tersi farklı farklı makamlarda, birbirinden kopuk eserler seslendirildi.
Bir de, mistik, mütevazi Yunus Emre’nin Four Seasons Otelinde ne işi olduğunu sormak biraz nobranlıksa, bir demuhteşem Boğaz manzarasına sahip otelin bahçesinde verilen konseri niye arkamız boğaza bakarken izlediğimiz sorulabilir.
İstanbul Müzik Festivalinde Venedik Sarayı’nda verilen maalesef, gidemediğim bir konser vardı. Festival bitmeden önce, bir de Khatia Bhuniatishvilli’nin Borusan’la verecek konseri pandemi nedeniyle ertelendi. O yüzden, benim İstanbul yaz müzik serüvenim başladığı gibi, CRR Orkestrası’nın bir araya getirdiği başka bir İstanbul’la bitti. Bu sefer ard arda hem 17 Eylül Harbiye’deki, hem de 18 Eylül Kalamış Parkı’nda bedava olarak sunulan, masallar temalı konserlere gittim. Her ikisinde, soprano Hale Soner Kekeç’in Strauss, Lehar gibi bestecilerden söylediği aryalar, çok hoş, hakikaten Orta Avrupa’yı anımsatan bir atmosfer yarattı. Ben özellikle “Meine Lippen, sie Küssen so Heiss”ı seviyorum. Dinleyiciler çok coşkuluydu, ard arda ayakta alkışlama yaptılar. Kalamış Park’taki konser alanı tabii ki doluydu ve bu sefer en önde oturanların önde oturabilmek için saatlerce erken geldiğini biliyorum. Konser bittikten sonra , katlanır sandalyeleriyle gelen arkadaşlar da hemen kalkmayıp Kalamış’ın o meşhur tatlı huzuru almaya devam ediyordu.
O Kalamış’taki konserle benim bu yaz İstanbul’daki yolum hakikaten sonuna ermiş gibi oldu, çünkü bu konserden sonra, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yeni düzelttiği Kurbağılıdere sahilinden geçip Moda’daki evime yürüyerek dönebildim. Çok şükür, çünkü İstanbul Müzik Festivali’nin, Senfonik Yaz Serisi’nin oluşturduğu yollarını yaz boyunca vapura tramvaya bine bine takip ederek, İstanbul’un her tarafına gittikten sonra, farklı farklı açılardan baktıkan ve duyduktan sonra, beklenmedik kesişmelere rastladıktan sonra, yorulmuştum tabii. İstanbul hayranlığının uzun bir geçmişi olabilir, ama onun klişesi yok. Çünkü İstanbul her zaman bir başkadır.
EROL KÖYMEN
25 Eylül 2021, İstanbul