Sevgili okurlarım, artık covid movid demeden hayat nihayet normal akışına dönmeye başlıyor. İstanbul’da yine konserler var. Ben de İstanbul’a tekrar döndüm, ve büyük bir şansla Cem Mansur ve CRR Senfoni Orkestrası’nın “Senfonik Yaz” konser serisinin Harbiye’deki açılış konserine denk geldim. O konser, canlı müzik konusunda geçtiğimiz kısır dönemden sonra hakikaten bir şifa gibiydi. Senfonik Yaz konser serisini düzenleyenlerin İstanbul’un merkezini tekrar klasik müzikle doldurması gerçekten takdir edilmesi gereken bir çaba.
Bu yazıda, İstanbul’a hizmet eden, hâttâ daha çok takdir edilmesi gereken bir bir başka müzisyen olan Hasan Ferid Alnar’a ve onun İstanbul’una tekrar dönüyorum. Son yazımda, Alnar’ın Avusturyalı hocası Joseph Marx’a yazdığı iki mektubu ele alarak İstanbul’un sesli kültür tarihininin bazı köşelerini biraz aydınlatmaya çalışmıştım. Bu sefer, iki tane mektup daha çevirerek, Alnar’ın müziğiyle ve kalemiyle dinlettiği sesli İstanbul’a dinlemeye çalışacağız. Birinci mektubu Alnar aslında Paris’ten Viyana’ya yolluyor:
Paris, 30 Eylül, 1931
Sayın Hocam,
Aşağı yukarı dört hafta önce Necil’in size projemizin güncel durumunu bilgilendirmesini rica etmiştim. Size, Herrn Hofrat’ın tercih edilmesinin bir daha onaylandığını, yalnız bütçe’nin henüz bulunmadığını mutlaka yazmıştır.
İlk sesli Türk filminin seslendirilmesinin müzikal yönetimi nedeniyle Paris’e seyahat etmeye çağrıldım. 11 Ağustos’tan beri burada bulunuyorum. Birkaç küçük şarkı bestelemem gerekiyordu. Bununla beraber, sık sık müzisyen olmayan insanlarla çalışmam gerektiği için, olağanüstü zor provalar oldu. Dolayısıyla yazmaya gelemedim, lütfen kusura bakmayın.
5 Eylül’e kadar burada kalıyorum. Sonra, Viyana’ya dönmeden önce İstanbul’a gidiyorum. Umarım her şey halledilir.
Tatilin geri kalanının güzel geçmesini diliyorum.
Saygılarımla,
Öğrenciniz
H. Ferit
İstanbul Sokakları'nda afişi: https://www.birgun.net/haber/bu-hafta-ne-bulduk-ne-ogrendik-istanbul-sokaklarinda-ilk-sesli-film-gosterimi-192636
Bu mektupta ilk olarak Joseph Marx’ı İstanbul’a getirme projesinin devam ettiğini görüyoruz, fakat sanırım daha enteresan şey İstanbul Sokakları’nda filmi ve Alnar’ın ona katkıları. Internette bulunan birkaç kaynağa göre (ki film tarihçi olmadığımı vurgulamakla beraber filmle ilgili daha bilimsel kaynaklar da bulamadığımı söyleyebilirim) İstanbul Sokakları’nda Türkiye, Mısır, ve Yunanistan’ın ortak projesiymiş, seslendirilmesi ise Paris de yapıldığı için Alnar oraya gidip neredeyse iki ay kalmış (Alnar, 30 Eylül tarihli mektupta “5 Eylül’e kadar burada kalıyorum” yazıyor—Alnar’ın Eylül yerine Ekim’i kastettiğini tahmin ediyorum). Filmin direktörü Muhsin Ertuğrul imiş, konusu bayağı acayipmiş: iki kardeş olup bir tanesi bir şarkıcı kadına aşk olur, kadın, kardeşlerin ve ailelerinin bütün paralarını tüketir, o yüzden kardeşler kavga eder ve kavga esnasında bir kardeşin öbürünün gözüne ilaçlı bir içki fırlatmasıyla ikincisi kör olur, herşey umutsuzca bitmek üzereyken İstanbul’da oturan Mısırlı bir romancı kadın ortaya çıkar, kör kardeşin İstanbul’un sokaklarında dolaşarak armonikasıyla söylediği şarkısını duyup ona acıyarak ameliyat ettirir, ve kardeşler eski mutluluklarına kavuşur (İstanbul Sokaklarında ~ Sinematurk.com).
Maalesef verebildiğim bilgiler bu kadar, çünkü bildiğim kadarıyla film kayıp. Şimdi, bir film tarihçisi çıkıp da bu bilginin yanlış olduğunu, filmin ulaşılabilir durumda olduğunu söylerse hepimiz için çok sevinirim. Fakat, ben bir kaç sene önce Alnar’ın peşindeyken aradığımda, hâttâ Amerika’da bir film tarihçi meşlektaşıma arattığımda, karşımıza hiç bir şey çıkmadı. O yüzden, maalesef, filmde İstanbul’un tam hangi sokaklarında dolaşıldığı, Alnar’ın hangi müzikleri hazırladığı, İstanbul sokaklarında dolaşan o kör kardeşin armonikası ve ağzından çıkan hangi melodisinin hayatını kurtardığı, Alnar bestelediği müzikleri hangi müzisyen olmayan insanlara söyletmeye çalıştığı pek açıklanamaz. Muhtemelen filmin oyuncuları arasında bulunan opera sanatçısı Semiha Berksoy zorla şarkı söyletilenlerden değilmiş.
Son yazımda, postcolonial ve postmodern bir çerçeve içerisinde tercüme ve kültürel tercüme üzerine bazı düşünceler yaparak Alnar'ı değişmekte olan bir İstanbul’da “tercüme içinde” yaşayan bir insan olarak tarif etmiştim. İstanbul Sokakları’nda örneğiyle Alnar’ın şehirler, diller, ve hâttâ medyalar arası tercüme içinde yaşamının boyutları daha da genişliyor. Aynı zamanda, bu yazıda iyisiyle kötüsüyle postmodern çerçeve de genişliyor. Postmodernizmin yüce savunucularından Fransız felsefeci Jacques Derrida’nın différance kavramını aşağı yukarı anladıysam (ki Derrida olunca daha iddialı konuşamam), ve imleyen ve imlenen (signifier ve signified) arasındaki sürgülünden dolayı bir metnin özüne hiç bir zaman tam olarak ulaşılamıyorsa, biz şimdi Derrida’nın tarif ettiği durumun somut manifestasyonuyla karşı karşıyız: metnin özüne hakikaten ulaşılamıyor, hem İstanbul Sokakları’nda hem de aşağıda okuyacağınız mektupta söz edilen eser kayıp çünkü. Yani, keşke önümüzde metin olsaydı ve takip edebilseydik. Biz ise bu sefer hayallerimizle yetinmek zorundayız.
Ama yine de tam değil, çünkü ikinci mektupta Alnar biraz daha bilgi paylaşıyor. Bu ikinci mektup birincisinden birkaç ay sonra gönderilmiş, bu sefer İstanbul’dan:
Istanbul, 29 Ocak, 1932
Sayın Hocam,
Lütfen kusura bakmayın, şimdiye kadar yazamadığım için. Necil sizinle mutlaka paylaşmış: İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun şef (kapellmeister) pozisyonuna atandım. İlk görevim, bir operet tarzındaki komedi (Lustspiel) bestelemek oldu. Bayram nedeniyle (bayram ayı Ramazan) herşey mümkün olduğu kadar hızlı istendi. Kendimi, çılgın bir gayretin akışına bırakmak zorunda kaldım, her şeyi beş hafta içerisinde mutlu ve başarılı bir şekilde bitirebilmek için. Seyirciler çok memnun kalmış. Giriş marşını (Weissen Rössel’dekine benziyor!) her akşam üç kez söylettiler. Bir de, (Gazi Mustafa Paşa) prömiyere geldi, müziği çok sevmiş. Benim hakkımda sormuş ve başarımdan çok memnun kalmış.
Müziğin içinde tango, foxtrott vesaire gibi çağdaş dans formları da kullandım. Konservatuar öğrencilerinden ve bazı iyi Rus kemancılarından küçük, çok iyi ve ilk başta beklediğimden fazla becerebilen küçük bir orkestra oluşturdum (27 kişi). Şimdi, performanslar yaklaşık olarak 10 Şubat’a kadar devam edecek. Dolayısıyla sizden bir daha, 14 gün için af rica edeceğim: düzeltmeleri ibraz edebilmek için partisyonu ve operetin piyano partisyonunu yanıma getiririm.
Projenizin bu korkunç kriz nedeniyle bir sonraki seneye ertelenmesine çok üzüldüm. Her halükarda artık Herrn Hofrat’ı çok saygın konuğumuz olarak ağırlayacağımıza çok zaman kalmadı.
Size iyi günler diliyor, Saygılarıyla,
Öğrenciniz
H. Ferit
Bu mektupta bazı enteresan motifler daha net çıkmaya başlıyor: anlaşılan “Necil” (Kazım Akses) hala Viyana’daymış, Alnar ve Akses beraber hocaları Joseph Marx’ı İstanbul’a getirme projesiyle uğraşıyorlarmış, fakat bu proje, muhtemelen o sırada yaşanmakta olan küresel ekonomik kriz nedeniyle ertelenmiş. Alnar’ın o sırada İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun şef pozisyonuna atanması da enteresan. Tabii, Alnar daha sonra şef olarak Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda ve Ankara Devlet Operası’nda önemli bir rol oynayacak.
Fakat, asıl enteresan olay yine bir boşluk. Yani, Alnar’ın hocasına söz ettiği ama ne ismini ne konusunu açıkladığı “Lustspiel” projesi. Meğer, ne kadar cazip ipuçlar verir: kullandığını söylediği “çağdaş dans formları” bize o savaşlar arası dönemin canlı, kosmopolit, Pera Palas'ta Gece Yarısı gibi kitaplarda tarif edilen İstanbul’u anımsatıyor, orkestrada çalan (Beyaz?) Ruslar da öyle. Bu dönem tabii aynı zamanda, bildiğim kadarıyla henüz yeteri kadar ele alınmamış, İstanbul merkezli erken Cumhuriyet operet olayının altın çağıymış. Yani, mektubun tarihine göre 1931-32 senelerinden bahsediyorsak, Alnar’ın söz ettiği operet tam Muhlis Sabahattin Süreyya Operetiyle ve Rey Kardeşler arasında kalıyor.
Im Weissen Rössl 1960 film versiyonu
Aynı zamanda, Alnar’ın giriş marşını, Avusturya’nın Salzkammergut bölgesinde geçen, herhalde Viyana’da yeni çıktığında izlediği Im Weissen Rossel adlı operetle kıyaslaması da aydınlatıcı. Son yazımda Yalova ve Karadeniz’den, İstanbul’un o zamanki “eğlence coğrafyası”ndan bahsetmiştim. Kastedilen eserin Viyana’nın kendi eğlence coğrafyası olan Salzkammergut’la kıyaslandığına göre ve mektubun tarihine ve Alnar’ın külliyatından hesaplayarak söz edilen eserin büyük ihtimalle Alnar’ın 1931 senesinde çıkardığı, Fransız bir komediden adapte edilmiş olan “Yalova Türküsü” adlı operet olduğunu söyleyebiliriz (Hasan Ferid Alnar | Alnar Sempozyum (anadolu.edu.tr)).
Fakat kimin neyi ne zaman yaptığı gibi soruları çözmekten ziyade, bu saptama yine İstanbul’un kültür tarihi açısıdan enteresan. Çünkü İstanbul’un o sırada Avrupalı büyük şehirlerle yan yana koyulduğuna işaret ediyor. Ya da, en azından, eserin başarısı (“her akşam üç kez söylettiler”) İstanbul’un böyle değerlendirilmesinin belli bir kitlenin hoşuna gittiğini gösteriyor. Yani, son yıllarda revaçta olan akademik terim kullanacak olursak, bu sahnedeki İstanbul bir “European imaginary” içinde yer alıyor. Nasıl Viyanalıların müzik eşliğinde şehirden çıkıp dağdaki göllerde eğlenmesi sahnelendiyse, İstanbul’luların da aynı şekilde şarkı söyleyerek Marmara Denizinin karşı tarafına geçip eğlenmesi de sahnelenmış.
Belli bir kitle derken, eserin o kitlenin belki en önemli üyesinin hoşuna gitmesini de ihmal etmemek lazım. “Bir Opereti Yaşamak” CD kitapçığında, Cemal Ünlü Yalova Türküsü’nden* söz ederken Atatürk ile bağ kuruyor: “İ. Galip Arcan’ın adapte ettiği Yalova Türküsü’dür. Bu esere Atatürk’ün Yalova’ya olan sevgisi esin kaynağı olmuştur. Ve Atatürk ilk gece oyunu seyretmiştir” (Ünlü, 25). Ünlü’nün, Alnar’dan söz etmemesine rağmen Alnar’ın mektubunda paylaştığı Atatürk hatırasının nerdeyse aynısını tarif etmesi hem saptamamı kuvvetlendiriyor hem de bizi başka sorulara yöneltiyor. Örneğin, bilindiği üzere, başka bir “Türk Beşleri” üyesi olan Ahmed Adnan Saygun tarafından, Atatürk’ün isteği üzerine yine çok kısa bir zaman içerisinde bestelenmiş olan Özsoy operasının prömiyeri mektuptan iki buçuk sene sonra Ankara’da gerçekleştirildi. Özsoy konusuna gelince Atatürk’ün birinci dünya savaşı esnasında, Sofya’da izlediği bir Carmen performansıyla sık sık bağ kurulur (Mustafa Kemal ve Türk Opera Sanatı (sechaber.com.tr). Onun İstanbul’da izlediği Yalova Türküsü operetinin de katkısı olmuş mu acaba? Buna karşılık, konusuyla ve müziğiyle Yalova Türküsü’nden (muhtemelen) çok farklı Özsoy, Yalova Türküsü’nün sahnelediği kozmopolit İstanbul merkezli dünyasından uzaklaştırma ve yerine yeni bir milli kültür kurma çaba olarak düşünülebilir mi?
Ortalıkta bulunmayan eserlerden bahsederken bu sorulara cevap vermeye pek kalkamıyorum tabii. Şimdilik spekülatif bir soru olarak kalması lazım. Bu arada Alnar’ın, hocası Joseph Marx’ın gönderdiği mektuplar da elimde olmadığı için bu mektupları okurken kafasında nasıl bir İstanbul canlandığını söyleyemem (daha sonra, kendi kaleminden o İstanbul’a zaten dinleyeceğiz). Bu kadar şey bilmezken postmodern Derrida örneği, “İstanbul’un sesli kültür tarihini aydınlatmak” amacıyla yola çıkmak biraz iddialıymış derseniz, haksız değilsiniz. Meğer, tercüme içinde yaşamış bir insan olarak, Hasan Ferid Alnar bize zaten göstermiş ki İstanbul’un özüne ulaşmak olacak iş değil. Alnar müzikler, diller, şehirler arası yaşayarak, Cem Mansur CRR orkestrasıyla İstanbul akşamlarını canlı müzikle doldurmaya çalışarak, ben Alnar’ın mektuplarının sunduğu ipuçlarını yorumlayarak, hepimiz farklı yöntemlerle İstanbul’a yaklaşmaya çalışıyoruz. O iş de sonsuza kadar devam eder.
EROL KÖYMEN
21 Temmuz 2021, İstanbul
*Yalova Türküsü
Hasan Ferid Alnar
Yalova suyuna girenin A fire ignites in the blood
Ateşler tutuşur kanında Of the one who enters the waters of Yalova
Haltetmiş “voronak” aşısı The “voronak” vaccination is useless
Yalova suları yanında Against the Yalova waters
Yalova yemyeşil Yalova Yalova emerald green Yalova
Güneş moda gençlik ülkesi Country of sun fashion and youth
Yalova yemyeşil Yalova Yalova emerald green Yalova
Cennetin toprakta gölgesi Heaven’s shadow on earth