23 Nisan akşamı, annem beni Bilkent Senfoni Orkestrası’nın konserine götürdü. Bu konser, çocuklar içinmiş. Ben de sekiz yaşında olduğum için, tabii ki giderim. Ne dedilerse yaptım: Birkaç kat merdiven çıktım, ayağım bile kaymadı, hiç düşmedim. Biraz nefesim kesildi, ama olur o kadar. Bir daha gidersem, “Kaçıncı katta benim yerim?” diye sormalı…
Salona girmeden, orada bir masa üzerine renkli kâğıtlar koymuşlar. İki tane aldım, birini anneme verdim. Bu renkli kâğıtta “Howard’dan Çocuklara Masallar” yazıyordu. Altında fotoğrafıyla birlikte Howard Griffiths (Şef) yazıyordu. Bu iki kelimenin yanında ise Fabian Künzli yazısı vardı. Onun neci olduğu yazmıyordu. Altındaki uzun yazıyı annem okudu. Anneme sordum, besteciymiş. Ne demek besteci diye sordum. Yani müzikleri o uydurmuş… Yan sayfada ise bir teyzenin fotoğrafı vardı. Orada, Zeliha Berksoy (Anlatıcı) yazıyordu. Halbuki bu teyzenin resmi altına MASAL ANLATICI diye yazmalı. Neyse, o kadar kusur her yerde varmış, annem öyle dedi.
Orkestra şefliği yapan Howard Amca, bütün o çalgıcılara nerede nasıl çalacağını işaret ediyormuş. Annem onun İngiliz olduğunu söyledi. Türkçesi de tatlı, kendisi de tatlı sayılacak bir adamdı. Ama çok uzun konuşuyordu. Halbuki söyleyeceği sadece bir cadı masalıydı. Sonra Howard Amca bize çalgıcıları tanıttı. Önce yaylı çalgıları söyledi. Bunlar yay denen deynekle çalınıyormuş. Sonra nefesli çalgıları anlattı. Nefesli çalgılar ikiye ayrılırmış falan… Sonuçta ben bu çalgıların nefes aldığını anladım. Ardından vurmalı çalgıları gösterdi İngiliz amca. Çünkü vurularak çalınırmış onlar. Demek ki, yaylı çalgılar yayla çalınır, vurmalı çalgılar vurularak çalınır, nefesli çalgılar ise nefes alıp kendiliğinden çalarmış.
Zeliha Teyze, masalı çok güzel anlatıyordu. Ben artık büyüdüğüm için, onun her söylediğini anladım. O anlattıkça bir yandan çalgıcılar da hafiften çalıyordu. Yani masalcı teyzenin anlattığını pek karıştırmadan. O anlattıkça çalgıcılar çalıyor, nefesli çalgılar hep nefes alıyordu. Ama ben en çok yaylı çalgıları beğendim. Çünkü nasıl çalındığı belliydi.
Şimdi bana sorsalar, konseri beğendin mi diye… Fena değildi derim. Ama uzun sürdü. Biraz sıkıldım. Sadece ben mi sıkıldım? Oradaki bütün çocuklar kıpırdamaya başladı. Ondan anladım ki onlar da sıkıldı. Çünkü bu konser denen şey televizyon gibi değil. Televizyondakini beğenmezsen başka kanala geçersin. Burada o yok. Oturduğun yere bağlanmış gibisin. Sevsen de sevmesen de güzel güzel oturup dinleyeceksin. Ben de öyle yaptım. Çünkü ben akıllı bir çocuğum. Bana herkes öyle der.
Yaşasın yirmi üç nisan! Neşe doluyor insan!
Fotoğraflar: Aydın Ramazanoğlu