Devlet Tiyatrosu’nda iki oyunun sansürlenerek sahnelenmesi tartışmalarında yaşananlar, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın sanat alanındaki hukuk dışı, sansürcü uygulamalarını da su yüzüne çıkardı.
Genel Müdür Mustafa Kurt’un istifasına yol açan bu son olayda, gerçeği “Güneş Batarken Bile Büyük” oyununun yönetmeni Kazım Afşar açıkladı.
Yönetmen, “Bakanlıktan 3 yetkilinin ‘burada açık saçık cümleler var çıkartın’ dediğini, genel müdürün bakanlık isteği konusunda kendisiyle iletişime geçtiğini, kendisinin ise eserin Kültür Bakanlığı temsilcilerinin de bulunduğu D.T. Edebi Kurul’undan geçtiğini söyleyerek, sanata, hukuka aykırı sansür isteğini kabul etmediğini” söyledi.
Görünen o ki, genel müdür bakanlığa verdiği ve yerine getiremediği söz nedeniyle baskılara dayanamayarak bir süre önce kendisini göreve getiren Bakan Ömer Çelik’e istifasını sunmuştur. İyi de yapmıştır, çünkü tüzel kişiliğe sahip sanat kurumlarında tavizler vererek sanat yapılamayacağını, görevin sürdürülemeyeceğini bilenlerdenim.
Olayın asıl düşündürücü ve endişe verici yönüne bakalım:
Devlet Tiyatroları, Devlet Opera ve Balesi ile Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gibi 3 sanat kurumumuz, tüzel kişiliğe sahip kurumlar olarak yapılandırılmıştır. Kuruluş yasalarının daha 1. maddesi, kurumların bir genel müdür tarafından ve sanatçılardan oluşan teknik, sanat ve disiplin kurulları eliyle, CSO’nun ise orkestra sanatçıların seçeceği 5 kişilik Yönetim Kurulu tarafından yönetilmesini öngörür.
Çok yazıldı, yine tekrarlayalım. Sanat ideolojiler, diller, dinler üstüdür, evrenseldir, bütün insanlığı kucaklar. Siyasi partiler ise ideolojiktir, toplumun ancak belli bir kesimine yansırlar. Siyasete bırakılırsa, sanat toplumun tümüne yansıyamaz. Bu gün dinci sanat, yarın ırkçı sanat, bir başka gün kürtçü veya sağcı, solcu sanat yapılır. Birleştirici değil bölücü olur. Olanaklı mı böyle bir işleyiş?
Bugün tüm bu gerçekler biryana bırakılıyor. Günümüzün siyasi iktidarı, oyun yazarının yaratısı metinleri değiştirebiliyor, bunun için okuma kurulları adı altında “Sansür Kurulları” kurup “Fikri Mülkiyet Hakları”nı ihlal ediyor. Hem de o hakları korumakla yükümlü bir Bakanlıkken.
Sezon başlamadan oynanacak oyunlara, verilecek temsillere, düzenlenecek konserlere kadar müdahale ediyor ve sansür uyguluyor. Sanat kurumlarının yıllık programlarından şu eseri çıkartın, şu solist ve besteciye yer vermeyin diyerek tiyatroya, operaya, orkestraya baskı yaparak yaptırım uyguluyor.
Örnek mi istersiniz, 5 kıtada Türkiye’yi olağanüstü başarıyla temsil eden piyanist ve besteci Fazıl Say’ın Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda vereceği konser sansürlenerek yıllık programdan çıkartılıyor. Hem de “Fazıl Say’ı programdan çıkartmazsanız, yıllık programınızı onaylamayız” baskısı ve tehdidiyle. Fazıl’ın eserlerinin halka sunulmasına yasak getiriliyor. Bunu insanlık hakkıyla bağdaştırabilir miyiz?
Yaratıcılığın da önünü açan sanat ve düşünce özgürlüğü ve sanatı sunma ile düşünceyi açıklama özgürlüğü, insanlığın ilerlemesinin kaynağıdır. Bunu engelleyen ise yasakçı zihniyet “sansür”dür. Bu zihniyetin milliyeti de yoktur. Fırsat yaratılırsa her yerde, her toplumda ortaya çıkan sansürün yaratıcıları ise bugün olduğu gibi iktidardaki siyasetçilerdir.
Yakın tarihimizde kısa bir gezintiye çıkınca bakın neler görüyoruz. Gün geldi Almanya’da modern sanat “dejenere” diye nitelenerek alay konusu yapıldı. Tüm modern sanat ürünleri toplanarak yakıldı, imha edildi. Zamanla da tümüyle yasaklandı. Wagner ilahlaştırılırken Mendelssohn, Hindemith ve niceleri kökenleri nedeniyle yasaklandı. Goebbels’in sansür için koyduğu kural ise “Sanatçı Nazi İmparatorluğu’nun ruhunu ifade etmeli” şeklindeydi.
İsrail orkestraları da yakın zamana kadar Wagner ile Richard Strauss’a sansür koydular.
Amerika geri kalır mı? McCarthy döneminde yaşamları karartılan Leonard Bernstein, Albert Einstein, Arthur Miller ve benzerlerine konan sansürün gerekçesi “Komünist avcılığıdır.”
Sovyet devriminde, “modern armoniden ve deneysel müzikten kaçınmak, tonal ve melodik müziği esas almak” gibi kurallar nedenleriyle yaratıcılıklarına sınır konan bestecilerin mutsuzlukları Prokofiev ve Şostakoviç’in birçok eserinde hep hissedilir. Burada ise ideoloji ve amaç “Toplumculuk, halkın özümseyeceği eserlerin yaratılması” olarak ortaya konur.
Bizde ise hiç bitmeyen sansürcülüğün zirve yaptığı dönem, “İstibdat Yönetimi” olarak anılan, Abdülhamit dönemidir. Padişah işi o denli sıkı tuttu ki bunun için “Hafiye Teşkilatı” bile kurdu. Büyük burnu nedeniyle “burun” sözünü, Yıldız Sarayında oturduğu için “yıldızı”, kurduğu baskı nedeniyle “hürriyet” sözünü bile yasakladı. Sansürün gerekçesi ise “Gelenek görenek, İslam inancı, ahlak” olarak ortaya konuyordu.
Görüldüğü gibi sansürün gerekçesi de bilimin ve sanatın gereği olduğu için değil, iktidarda olanların “Kafalarındaki dünyayı ve iktidarı sürdürme” sevdasına göre değişiyor.
Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik çok yakın zamanda partisinin yerel yönetimler ve sanat sempozyumunda yaptığı konuşmada “Kültürel hayat üzerinde ideolojik baskı ve dukalıklar var, dukalık kalkmalı” diyor, doğru da söylüyor.
Sayın bakan vakit ayırır sanat kurumlarındaki yapının özünü inceleyebilirse, tüm çağdaş dünyada olduğu gibi sanatın işleyişinin, siyasal iktidarlardan, bu tür ideolojik dukalıkların oluşmaması için arındırıldığını görecektir. Çünkü dukalıklar ancak siyasal ve parasal güçle oluşturulabilir. Gelin görün ki söylenenin tersine ideolojik dukalık kurmak için, TÜSAK gibi düzenlemelerle sanat siyaset kurumunun insafına bırakılmak isteniyor.
Siyaset kurumu, sanat alanını yönetme düşünden vazgeçmelidir. Ortaya çıkan hukuk dışı uygulamalar ve “sansür zihniyeti” ise 21. Yüzyılın Türkiye’sine hiç yakışmıyor.