Kuruluşunun 92. yılında MMM ile
Türkiye’ye gelişinin 80. yılında Eduard Zuckmayer…
Kuruluşunun 92. yılında, müzik yaşamımıza temel oluşturmuş tarihi Musiki Muallim Mektebi (MMM) ile Cumhuriyetin ilk konservatuvarının kuruluşu için Türkiye’ye gelişinin 80. yılında piyanist-müzik eğitimcisi Eduard Zuckmayer’i anıyoruz.
Zuckmayer elinde çıngırak öğrencilerini derse çağırıyor, 1964
Cumhuriyetin yokluk yoksunluk içinde, kuruluşunun hemen 1. yılında 1924’te kurduğu Musiki Muallim Mektebi’nden, operamıza, tiyatromuza, balemize, orkestramıza, yaratıcı sanatçılarımız ile bestecilerimize kaynak olan Ankara Konservatuvarı’nın 1936 da, Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’nün 1937 yılındaki kuruluşuna kadar geçen 12-13 yıllık çok kısa sürede müzik ve sahne sanatları alanında yaşananlar, arayışlar ve başarılar geçekten de tarihsel niteliktedir.
Musiki Muallim Mektebi’nden de önce, Cumhuriyetin kuruluşundan hemen 6 ay sonra Mızıka-i Hümayun’un, Riyaset-i Cumhur Musiki Heyeti adıyla (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) Ankara’ya getirildiğini, bir saray müzik topluluğundan halka konserler veren bir orkestraya dönüştürüldüğünü de biliyoruz.
Her şeyden de önce, eğitimi ve icracı kurumlarıyla müzik sanatına bu denli önem ve öncelik veren düşünceyi nasıl yorumlamalıyız?
Soruya yanıt için de Musiki Mektebi’nden konservatuvarın, operanın, balenin, tiyatronun kuruluşuna kadar geçen tarihi döneme göz atmamız, Cumhuriyet devriminin düşünsel kaynaklarını irdelememiz gerekiyor.
AKIL VE BİLİME DAYANMAK
Cumhuriyet, alışılagelmiş geleneksel toplumsal, siyasal kültürümüz üzerinde derin bir dokunuşla, büyük bir devrim gerçekleştirdi, yeni bir yaşam, yeni bir toplum inşa etti.
Özetlersek, Teokratik öğretiler ve hanedan geleneği yerine, akıl ve bilime dayanan, parlamenter Cumhuriyet üzerinde yükselen, kökleri öz kültürümüze ve insanlık tarihine uzanan bir milli kültür yaratmayı amaçladı.
Ümmet yerine milleti, padişahlık yerine parlamenter Cumhuriyeti, doğmalar yerine akıl ve bilimi, gelenekler yerine çağdaşlaşmayı, darülfünun yerine üniversiteyi, medrese yerine okul ve fakülteyi, gına yerine müzik dersini kurumlaştıran Cumhuriyet rejimi, Türk toplumunu çağdaş uygarlık (Muasır Medeniyet) düzeyinin üzerine yükseltmeyi öngörüyordu.
Tüm bu atılımlar ve yaptırımlar, birçoğu binlerce yıllık bir gelenekten gelen alışılmış değer yargılarını ve kavramları yıktı, toplumu tutsak eden zincirleri, prangaları kopardı.
Bunları yaparken de, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun bilimsel çalışmalarıyla, kültür tarihimizi asıllarına, Anadolu’ya yerleşmeden de önceki “öz kaynaklarına” dayandırdı. “Türk kalarak çağdaşlaşmak” olarak da tanımlayacağımız bu ideale ulaşmak için amaca uygun kurumlar, kavramlar, kanunlar, biçimler yaratıldı.
Yanlış bir yargıyı da düzeltelim. Toplumu, Rönesans aydınlanmasını yaşamış Batı Avrupa toplumlarının uygarlık düzeyine çıkartmayı öngören bu hareket için “batılılaşma” deyimi kullanılıyor. Ben Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün hiçbir yerde bu tanımı kullandığına rastlamadım. Doğru tanım “muasır medeniyet”, çağdaşlaşmadır.
Cumhuriyet, “Tanzimat Batıcılığı” yerine “Cumhuriyet Çağdaşlaşmacılığı” ideali üzerinde yükseldi.
Cumhuriyet rejimi bu çağdaşlaşma hamlesine bütüncü bir bakışla yaklaşırken, yine de en çabuk ve önde eğildiği alan “milli eğitim, laik eğitim, asri eğitim, bilimsel eğitim, kız erkek karma eğitim, devrimci ve halkçı eğitim” olarak amaçladığı eğitim alanı, müzik sanatı ve eğitimi alanıdır.
Musiki Muallim Mektebi böyle bir tarihsel dönemde ve bu düşünsel zemin temelinde “Cumhuriyet Çağdaşlaşmacılığı”nı yaratmak amacıyla kuruldu.
Okulun kuruluşu bağlamında, müzik sanatına verilen olağanüstü önemi ve önceliği ise Cumhuriyetin kurucusunun daha az bilinen söyleminden iki örnekle verelim:
Gazi Mustafa Kemal Atatürk 9 Mart 1935’te partinin 4.Kurultayı’nın açılışında yaptığı konuşmada sürdürülen bu kültür siyasetini ve bu siyasetin yaşamsal değerini şöyle tarif ediyor:
“Geçen kurultaydan bugüne sosyal ve kültürel alanda başardığımız işler; Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çehresini keksin çizgileriyle ortaya çıkarmıştır. Yeni harfleri, ulusal tarihi, öz dili, ar, ilimsel müzik, bilim ve teknik kurumlarıyla, kadını erkeği her hakta eşit modern Türk Sosyetesi bu son yılların eseridir.
Türk Ulusu, ancak varlığını derin ve sağlam kültür sınırları ile çevreledikten sonradır ki, onun yüksek kapasitesi ve erdemi uluslararasında tanınır.”
Cumhuriyetin kurucusu, “Arap alfabesi yerine alınan yeni Türk alfabesine”, “kökleri öz kaynaklarına insanlık tarihine uzanan ulusal tarihimize”, “Arap ve Fars dillerinin etkisinden kurtarılan arı öz dilimize”, “bilim” ve “teknik kurumlarına”, “kadını erkeği her hakta eşit topluma”, “çağdaşlaşmayı esas alan modern yeni topluma” ve bunu oluşturan kültür siyasetine vurgu yaparken, bu devrimler yanında onlara eşit saydığı “müzik sanatına ve kurumlarına” da vurgu yapıyor.
Dikkat çekicidir, alana verdiği önem ve nedeniyle, bu konuda sürdürülen yoğun araştırma ve çalışmalara da göndermede bulunarak, müziğe daha da değer katarak “ilimsel müzik” tanımını yapıyor.
KÜLTÜR DEVRİMİ VARLIK NEDENİ
O denli önem vermektedir ki gerçekleştirilen kültür devrimini cumhuriyetin “Varlık Nedeni” olarak görüyor.
Diğer bir örnek, Atatürk’ün ünlü Alman Gazetecisi Emil Ludwig ile yaptığı 3 saat süren söyleşisidir.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, 30 Kasım 1929 da Emil Ludwig’e verdiği demeçte, sözü yine müzik sanatına ve bu sanata verdiği öneme getirerek şunları söylüyor:
“Bir milletin müzikteki akışına önem verilmezse onun yükseltilmesine imkân bulunmadığını Montesgui’dan okumuştum. Onaylarım, bu çok doğrudur. İşte bundan dolayı bu sanatın geliştirilmesine kendimi bağlı sayıyorum”.
Askeri bir eğitimden geçmiş, yaşamını cephelerde, savaş alanlarında tüketmiş bir askeri şahsiyetin, daha 1913’te Sofya’da dinlediği opera temsilinden sonra “Balkan harbinde neden yenildiğimizi bu gün daha iyi anladım. Bulgarların operası, sanatçıları varmış” sözüyle, savaştaki yenilgiyi bile sanatsız kalmaya bağlayan bir dahi kişiliğin, sanat alanına ve özellikle de müzik sanatına bu denli önem verebilmesinin nedenleri beni hep düşündürmüştür.
ERNEST ANSERMET'İN TANIMI
Sorunun yanıtını, bir bölüm bilim insanına sorduğu, ancak doğru yanıt alamayınca kendisinin verdiği şu ifadesinden anlıyoruz:
“En güç devrim, müzik devrimidir. Çünkü müzik devrimi, kişiye, önce kendi iç dünyasını unutturmayı, sonra da onu yeni bir âleme yöneltmeyi gerektirir. Onun için çok zordur. Çok zordur ama mutlaka yapılacaktır.”
Ünlü orkestra şefi ve müzikolog Ernest Ansermet; “Var oluşumuzun çıkış noktası, duygusal bilinçtir. İnsan, kendi ve dünya için diğer her şeyden önce, evrende düşünen ve davranan bir varlık olmadan önce duygusal ben olarak vardır” analiziyle müziğin gücünü şöyle tarif ediyor:
“Müzikal olay boyunca müzikçi de, dinleyici de, müziksel imgelerin açık, kendilerinin bilinçsiz bilinci olurlar. Bir başka deyişle duygusal bilinçle kendilerini unutur, müziğe dönerler. Müzik faaliyeti, böylece bizi gerçek dünyadan çıkartarak çevremizdeki uzay içinde, fizik dünyamızın bir izdüşümü olan uzay-zaman dünyasına götürür. Duygu faaliyeti ile iç dünyamız değişmiş olarak gene kendimize döneriz.
İşte müziğin mucizesi budur…”
İfadesindeki görüşlerine bakarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün müzik sanatına verdiği önemin ipuçlarını anlayabiliyoruz. Asıl neden, sanatın ve özellikle müzik sanatının insanın duygu ve düşünce dünyasını değiştirme, geliştirme gücü ile bu güçten yararlanma düşüncesi olmalıdır.
Cumhuriyet yeni bir toplum ve yeni bir yaşam inşa etmek istiyordu. İnsanın duygu ve düşünce dünyası değiştirilmedikçe bunda başarı olanaksızdı. Müziğe, bu mucize gücü nedeniyle önem ve öncelik verildi.
ZUCKMAYER NASIL DEĞERLENDİRİLMELİ?
Cumhuriyetin kuruluşundan hemen 1 yıl sonra 1924 yılında kurulan Musiki Muallim Mektebi’ni, 1926 da Gazi Terbiye’yi, 1936 da Konservatuvarı, 1937 deki Müzik Bölümünü ve Zuckmayer’i bu devrim hareketi içinde değerlendirmemiz gerekiyor.
Musiki Muallim Mektebi bu düşünsel zemin üzerinde, 1 Kasım 1924’te, Erkek Muallim Mektebi’nden alınan 6 öğrencisi ile kuruldu. Okulun müdürlüğüne, kuruluşunda önemli rol oynayan Zeki Üngör atandı.
Okulun eğitimci kadrosu o gün bu alanda tek kaynak olan “amiral gemisi” konumundaki Riyeset-i Cumhur Musiki Heyeti’nin (bugünkü CSO) müzikçileridir.
Daha sonra İstanbul Balmumcu’daki öksüzler yurdundan getirilen 6 öğrenci ve 1925 yılında alınan kız öğrencilerle sayı 71’e, 1936 da 149’a yükseltilmiştir. Okul, 1928 de Avusturyalı Mimar Ernst Egli’nin tasarımı yeni binasına taşınmış, müzik eğitimcisi yetiştiren bölümü 1937 yılında Gazi Eğitim Enstitüsüne devredilmiştir.
Musiki Muallim Mektebi’nden, Konservatuvarın kuruluşuna kadar geçen sürede müzik sanatı üzerinde yoğun çalışma ve araştırma yapıldığını görüyoruz. Dönemin çok çok kısa özeti şudur. MMM’nin müzik öğretmeni yetiştirme görevi yanında icracı ve yaratıcı sanatçı yetiştirmedeki beklenti yetersiz kalınca Milli Musiki ve Temsil Akademisi’nin kuruluşuna yöneliş, İlk Türk Operası “Öz Soy”un icrasında yaşanan sorunlar sonunda acilen konservatuvarın kurulması kararı ve konservatuvarla ulaşılan opera, bale, orkestra, tiyatro gibi yaratıcı ve icracı sanat kurumlarımız.
ZUCKMAYER'İ KİM GETİRDİ?
Eduard Zuckmayer’i Konservatuvarın kuruluşu için davet edilen Alman besteci Paul Hindemith’in Türkiye’ye getirdiği müzikçi, sanatçı grubu kadrosu içinde görüyoruz.
Konservatuvarı kuracak uzman arayışı işi, dönemin Kültür Müşaviri Cevat Dursunoğlu tarafından Almanya’da titizlikle sürdürülür. Önerilen 2. 3. sınıf isimler beğenilmez. Sonunda, zorlukla görüşme sağlanan Berlin Filarmoni Orkestrasının efsanevi şefi Furtwaengler’in önerisi ile Paul Hindemith ismi üzerinde anlaşma sağlanır ve 21 Mart 1935 tarihinde Berlin’de, “Konservatuvar kurulması ve Türkiye’de müzik kültürünün organizasyonu işleri” için anlaşma imzalanır. Hidemith ise bu görevlerle, “Milli Eğitim Bakanlığı Müşaviri” olur.
Ankara Devlet Konservatuvarı; Hindemith’in verdiği rapor doğrultusunda 24 Nisan 1936 tarihinde kurulur.
Sahne sanatları bölüm başkanlığına ünlü Alman opera ve tiyatro rejisörü Carl Ebert, müzik bölümü başkanlığına Köln, Berlin, Leipzig, Weimar Operarı Orkestraları Şefi Ernst Preatorius, yaylı sazlar bölüm başkanlığına Berlin Filarmoni Orkestrası, Frankfurt Orkestrası Başkemancısı Lico Amar, şan bölümü başkanlığına Paul Lohman piyano-korrepetisyon bölümüne Eduard Zuckmayer ve Georg Markowitz getirilir.
Dikkat çeken ise, Zuckmayer ile birlikte görevlendirilen yabancı müzikçilerin, mesleklerinde birinci sınıf uzman sanatçı oluşlarıdır.
Cumhuriyeti kuran kadronun, işe bu duyarlılıkla ve titizlikle yaklaşımı etkileyicidir.
Ankara Devlet Konservatuvarı kurulunca MMM’nin müzik eğitimcisi yetiştiren bölümü, 1937 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü’ne devredilmiştir.
“Müzik Bölümü” bu nedenle de, Musiki Muallim Mektebi ve Gazi Eğitim Enstitüsü gibi tarihi değerdeki iki öncü kurumun kültür mirasını taşır.
Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’nün, o günkü adıyla “Müzik Şubesi’nin ilk müzikçi-eğitimci kadrosu; Eduard Zuckmayer, Necil Kâzım Akses, Lico Amar, Necip Aşkın, Necdet Remzi Atak, Leyla Atak, Ulvi Cemal Erkin, Ferhunde Erkin, Cezmi Erinç, Mahmut Ragıp Gazimihal, Saadet İkesus Altan, Azize Işık, Fuad Koray, Halil Onayman, Fuat Türkay, Halil Bedii Yönetken ve Bülent Arel’den oluşuyordu.
BÖLÜM BAŞKANI ZUCKMAYER
Bölümün başkanlığına piyanist, eğitimci Prof. Eduard Zuckmayer getirilir.
Eduard Zuckmayer’in 1940’lı yıllarda, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde, Beethoven’in 4. ve 5. piyano konçertolarını, Brahms’ın 1. ve 2. piyano konçertolarını Türkiye’de ilk kez seslendirdiği düşünülürse, onun konser piyanistliğindeki düzeyi ve üstün müzikçiliği daha iyi anlaşılır. Orkestradaki sanatçılığım sırasında önemli solistlere defalarca eşlik ettiğim bu konçertolar, piyano dağarının zor, büyük eserleridir.
Bu denli önemli bir piyanistin, pırıltılı, şaşaalı konser solistliği kariyerini bir yana iterek yaşamını Türkiye’deki eğitimciliğe, öğretmen yetiştirmeye adaması, Zuckmayer’in bu yolu seçmesi ilginçtir.
Kuşkusuz bu tercihte, o tarihlerde Almanya’da yükselen ve insanlığı yıkıma sürükleyen Hitler’in Nazi Almanya’sının payı olsa da, bunun yanında Zuckmayer’in sanata ve insana bakışındaki anlayışı ve düşünce yapısı önemli rol oynamıştır.
Zuckmayer, bu anlayışını daha 1919 yılında, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, günlüğüne şu cümlelerle not ediyordu:
“Ne pahasına olursa olsun, başarı ve ün kazanmanın her şey demek olduğu bu bencil-bireyci gidişe ayak uydurmaktansa, bir manastıra kapanmayı yeğlerim. Biz genç müzikçilerin başta gelen görevi, sevginin hırs ve nefrete, ruhun bedene, yüreğin mideye egemen olduğu bir dünya yaratmak olmalı. Müziğimizin, sözümüzün ve eylemimizin tek hedefi bu olmalı. Bunun için müziği geniş kitlelere götürmeli, onları eğitmeliyiz, onlara müzik yaşamımızla örnek olmalıyız. Yalnızca kendimiz ve çevremizdeki bir avuç seçkine estetik bir doyum sağlamayı değil, bir müzik misyoneri gibi tüm insanlığa hizmet etmeyi kendimize hedef seçmeliyiz.”
ANADOLU'YA KONSER GEZİLERİ
Zuckmayer’in, çağdaş müzik kurumlarımızdan ve orkestralarımızdan da önce, okul korosu ve mütevazı solistleriyle Anadolu’ya konser gezileri düzenlediğini, eğitimciliği yanında müziği halka götürerek “müzik misyonerliği” görevini de yerine getirdiğini buraya not edelim.
Kurulan çağdaş cumhuriyete harç taşımak için, devletin davetiyle 1936 yılında Türkiye’ye gelen ve burayı vatan edinen Eduard Zuckmayer, Gazi Eğitim Enstitüsü Müzik Bölümü’nün mütevazı küçük bir odasına yerleşerek yaşamını okula ve öğrencilerine adamış, bölüm başkanlığı görevini 1970 li yıllara kadar sürdürmüştür.
Rubin Müzik Akademisi’nde okurken Zuckmayer beni ziyarete gelmişti. Zuckmayer dersime girmiş, belki de denetlemek istemişti. O tarihte birkaç gün eşlik ettiğim Zuckmayer, beni çok etkileyen ve onun kişilik yapısını da anlatan, yaşam kesitinden öyküler de anlattı. Onun kişilik yapısını anlatan bir öykü de şudur:
“1. Dünya Savaşı’nda askerdim. Cephede düşman askerlerini esir aldık. Onları bizim birliğimize teslim etmek üzere, tüfeklerimizin namlusunu sırtlarına doğrultarak götürüyorduk. Ama ben bir taraftan da onlar için içimden, ‘Bilseniz sizi ne kadar çok seviyorum’ diyordum.” Zuckmayer, sonuçta bir sanatçıydı, bölümümüzde sevgi ortamını yaratan bir insan, bir hümanistti.
Birkaç gün kalacağı otelde konaklamak üzere pasaportunu verip adını yazdırırken, Zuckmayer soyadını okuyan görevlinin saygıyla “Carl Zuckmayer’in kardeşi misiniz?” sorusuna kızgınlıkla “Nein” demişti. Bana da, “Herkes daha önce Carl’a, Eduard Zuckmayer’in kardeşi misiniz? diye soruyordu, şimdi ise Carl Zukmayer’e yakınlığım sorusu soruluyor” demiş, dert yanmıştı. Ünlü yazar Carl Zuckmayer, öğretmenimizin kardeşiydi.
Bizler çok da şanslı bir şekilde böyle üstün bir müzikçinin ve hümanist bir kişiliğin önce öğrencileri, sonra da aynı okulda yan yana çalışan meslektaşları ve arkadaşları olduk.
Müzik eğitimi günlerimiz, o salonda Zukmayer’in öğrencilerine çaldığı piyano müziği ile başlardı. Zuckmayer bizi müzik evrenine taşıdı.
GAZİ EĞİTİM ÜÇLÜSÜ
Eğitimci olarak yan yana çalışırken de Zukmayer ve Yıldıray Erdener ile birlikte “Gazi Eğitim Üçlüsü” adıyla bir Trio kurarak müzik yaptığımızı, konserler verdiğimizi belirtmeliyim.
Akbulut, hocasının sağında Gazi bahçesinde, 1964
Zuckmayer kendince bir eğitim siyaseti yaratmamış, devletle yaptığı sözleşme hükümlerine bağlı kalarak (başka türlüsü zaten düşünülemez) Türk Milli Eğitiminin esasları çerçevesinde görevini sürdürmüştür.
Kaldı ki, Hindemith, de Zuckmayer de Türk müzik eğitiminin ve müzik hareketinin “halk müziğine” dayalı olarak yürütülmesini öngörmüşlerdir.
Onun konserlerinde okul korosuna söylettiği müzikler, uluslararası koro repertuarı yanında, ağırlıklı olarak çokseslendirilmiş halk türküleridir. Zuckmayer’in armonize ettiği halk türküsü örneklerini de biliyoruz.
HEP BERABER DOSTLUK ŞARKISI
Zuckmayer, kişiliğine dünyaya bakışına uygun biçimde, öğrencilerine müzikle birlikte, öncelikle sevgiyi ve dostluğu aşılamak istemiştir. Eski müzik bölümü binasının 1 numaralı salonundaki toplu derslerimiz ve toplantılarımız her zaman birlikte söylenen “Dostluk” şarkısıyla biterdi.
Gazi Müzik ailesinin, diğer hiçbir müzik kurumunda göremediğimiz, yıllara meydan okuyan sevgiye saygıya dayalı dostluk yaşamı bu temelle yaratıldı.
Önemli bir özelliğinin de altını çizmemiz gerekiyor. Zuckmayer öğretmen olarak Anadolu’ya dağılan öğrencileriyle bağını hiç koparmadı. İletişimin salt mektupla olduğu o dönemde kendisiyle bağ kuran her öğrencisine sevgiyle mektuplar (bu zor işe hep şaşırmışımdır) yazdı.
Zuckmayer, günlüğüne de yazdığı gibi, gerçekten de sevgiyi nefrete, ruhu bedene, yüreği mideye tercih eden, bu özelliğiyle de yaşamını Türkiye’de eğitim müziğine adayan hümanist bir kişilikti.
Birinci Dünya Savaşında bir Alman askeri olarak ülkesi için savaşan, savaşta kurşunla yaralanan ve Alman devlet madalyası alan piyanist-eğitimci Eduard Zuckmayer, İkinci Dünya Savaşı’na girilirken canını zor kurtarmış, ikinci vatanı olarak gördüğü Türkiye’ye yerleşmiştir. Zuckmayer’i 1972’de Cebeci Mezarlığı’nda, ikinci vatanında toprağa verdik.
Ülkemizin müzik yaşamına ve eğitimine çok değer katan, yaşamını ikinci vatanı gördüğü Türkiye’ye, okuluna ve öğrencilerine adayan öğretmenimiz, meslektaşımız üstün müzikçi, eğitimci Eduard Zuckmayer’i saygıyla anıyorum.