Yazıya başlarken Ortaçağ hakkında bilinenleri çok kısa da olsa özetlemek istiyorum. Batı Roma İmpartorluğu 400’lü yıllarda çökünce Avrupa’da Antik Yunan ve Roma dönemlerindeki bilim, sanat, hukuk, yönetim ve felsefedeki gelişimler kesintiye uğradı ve gerilemeye başladı. Hıristiyanlık, geçerliliğini ve öğretilerini felsefe aracılığıyla temellendirmek isteyince felsefenin görevi kilisenin bağnaz ideolojilerini akılcı bir yolla açıklamaya çalışmak oldu. Böylece giderek din eksenli ve dine sıkı sıkıya bağımlı bir kültür oluşmaya başladı. Ortaçağ felsefesi, Socrates’in (İ.Ö. 469-399) çok önemsediği söylenceden (mitos) akıl yürütmeye (logos) sırtını döndü. Yaygınlaşan dogmalar toplum üzerindeki baskısını giderek artırdı. Kilisenin sanat alanındaki dar ve bağnaz dini değerleri de günlük yaşamın bir parçası oldu.
Söylencelerin egemen olduğu böylesine bağnaz bir ortamda Antakya doğumlu John Chrysostom (347-407) önemli bir Hıristiyan piskopozu ve vaizi olarak dikkat çekiyordu. Daha sonra Ortodoks kilisesi onu bir ‘aziz’ olarak onurlandırmıştı. Bu dönemdeki piskopaz ve yazarların çoğu müzik aletlerinin kullanımına karşıydılar. Özellikle kilisenin ileri gelenleri çalgıcıların şölenler ve tiyatrolar gibi ‘ahlak dışı ortamlarda’ çalmalarını hoş karşılamıyorlardı.
Antakyalı John Chrysostom’un enstrümental müziği “şeytanın çöp yığını” olarak tanımlaması; Sicca’lı Arnobius’un (ölümü yaklaşık 330) ‘enstrümental müziğin erkekleri ‘erkek fahişe’ kadınları ise ‘sürtük’ haline getirdiğini ileri sürmesi Ortaçağ’da kilisenin çalgı müziğine karşı ne kadar tepkili olduğunu göstermektedir. Buna karşın vokal litürji müziği kilisedeki ibadetlere sürekli egemen olmayı sürdürdü (Lord ve Snelson 2018: 17).
21. Yüzyıl Türkiyesi
İlahiyat Fakültelerinde İslam Hukuku öğretim üyelerinin, müftü yardımcısı, gazete ve kitap yazarlarının görüşlerinin, Antakyalı John Chrysostom’un ve Sicca’lı Arnobius’un müzik hakkındaki görüşleriyle örtüşmesi ilginç bir tablo sergilemektedir. Örneğin, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Orhan Çeker: “Müzik için haram diyemeyiz ama helâl de diyemeyiz. İçeriği İslâm’a uygun olmalıdır. Ama kadın sesi içeren müzik kesinlikle caiz değildir”
Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hamdi Döndüren: “Çalgı aletleri, bunları çalmak, satmak ya da şarkı söylemekten para kazanmak, nefsi azdıran, örneğin diri bir kadının ya da şarabın heyecan verici niteliklerini anlatan şarkılar, çalgısız dahi olsa caiz değildir.”
Marmara Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Ekrem Buğra Ekinci:”Şarkı, ancak çalgı ve kadın sesi içermiyor, sözleri de dinen sakıncalı değilse dinlenebilir.”
Türkiye Gazetesi “ilim” (?) yazarı Mehmet Ali Demirbaş: “Müzik ne kelime, ilâhi bile haramdır.”
İstanbul müftü yardımcısı, Yeni Cami ve Şehzadebaşı Camii vaizi Timurtaş Hoca: “Okullara müzik dersi koyanlar inşaallah Cenab-ı Hak’kın gazabına uğrayacaklar!”
Beyoğlu Belediye Başkanı’nın babası ve “İslâm’da Seks” kitabının yazarı Ali Rıza Demircan: “İş yerlerinin telefonlarında arayanı bekletme süresi içinde İslâm zaviyesinden sakıncalı olabilecek türden müzik çalınmamalı.”.
İslâm Hukuku profesörü Hayrettin Karaman: “Hanefî mezhebine göre müziğin icrası da, dinlenmesi de haramdır. Bir değneğin, bir çubuğun bir yere ahenkli bir şekilde vurulması bile bu hükme dahildir ve haramdır.”
(https://odatv.com/iste-muzik-dusmani-ilahiyatcilar-1212171200.html)
Ortaçağ’ın sanat alanında dini ölçüleri temel alan bağnaz tutumu ‘yeniden doğuş’ anlamına gelen Rönesans ile son buldu. İnsanlar dinin otoriter baskısından kurtularak söylenceden (mitos) mantıklı düşünmeye, akıl yürütmeye (logos) ve eleştirisel düşünceye geçmiş, dinin yerini bilim almıştır.
YILDIRAY ERDENER
21 Şubat 2019, İstanbul
Kaynak: Lord Maria ve John Snelson, Müziğin Öyküsü. Çeviri Deniz Öztürk.
İstanbul: hep kitap, 2018.