Biliyorum bu dünyada
Gökyüzü ve denizyüzü
Cümle çiçek ve cümle yemişler vardır
Biliyorum bu dünyada
Yalnız ve “yalnız insanlar
Yani kardeşler vardır.”
Enver Gökçe - “Kardeşlik Acıları”
Halkları birbirine kırdırmak yayılmacılığın (emperyalizm) eski oyunudur. Bu oyunun en acı örneklerinden biri de kuşkusuz yakın tarihte yaratılan Türk-Ermeni çatışmasıdır. Yaratılan diyorum, çünkü olması için hiçbir neden yoktur. Günümüzde de her fırsatta gündeme getirilen, kimi çevrelerce ısrarla sömürülen bu acıya en sağlıklı yaklaşım, bir daha yaşanmaması için, yeniden aynı oyuna gelmemek için olanlardan ders çıkarmaktır. İlginçtir, en nesnel yargılar gene o dönemi yaşamış kişilerin anlatımlarında, yazılarında belirir; boş, dayanaksız sözler ve kışkırtmalar ardında olanlarda değil. Nedeni de çok açık: kötü dönemin tanığı oldukları kadar, yüzlerce yılın hoşgörü ve barış kültürünün de kalıtçısıdırlar. Gerçeği onlar kadar kimse bilemez. Sonraki kuşakların, kötü yılları yalnızca anlatılanlardan ve okutulanlardan “bilenler”in önlenemeyen kinleri şaşırtıcı olduğu kadar anlamlıdır da.
Birlikte yaşama yeteneğinin en önemli belgelerini yazında (edebiyat) buluyoruz. Özellikle de yapıtlardaki halkbilimsel öğeler bu durumu benzersiz şekilde ortaya koyuyor. Halkbilim deyince şu da geliyor usa: Halk ekini iki tür işlev görebilir toplumda. Halkların birbirini daha iyi tanımalarını, sevmelerini sağlayarak birlikte yaşamanın koşullarını pekiştirir ya da bunun tam tersi olarak, halkların ayırıcı özelliklerini belirginleştirir, birbirine yabancı kılar, diğerlerini moda deyimle söylersek, “öteki”leştirir, topluluğu bir arada tutmanın yapay söylemlerle oluşturulmuş tutkalı olur. Ortaya çıkacak sonuç, alana hangi yaklaşımla bakıldığıyla ilgilidir. Günümüzde yerel ekinin unsurları tam da bu ikinci amaca yönelik biçimde kullanılmakta; acı sonuçlarsa özgürlük, çokkimliklilik, çokkültürlülük çikolataları, tatlandırıcıları altında gizlenmektedir. Bu kötülükleri engellemenin biricik yolu halklar arasında edebiyat yoluyla, sanat yoluyla güzellikleri yaratmak, ortaya çıkarmak, çoğaltmak; evrensel insan duyarlılıklarını, insanlığın ortak kaygılarını önemsemektir.
Zaten kendi hallerine bırakıldıklarında, aralarına kötülük sokulmadıkça, kışkırtılmadıkça, halklar doğru olanı biliyor ve uyguluyorlar. Türkler ve Ermeniler için de tarihte böyle olmuştur. İki halk da (diğer halklarla olduğu gibi) barış içinde, sevgiyle yaşamışlardır. Çatışma diye bir şeye rastlanmaz. Hangi geleneğin hangi halkla ilgili olduğunu saptamak bile çoğu zaman zordur, belki de olanaksızdır. Mutfak ekinleri, alışkanlıkları, duyarlılıkları neredeyse aynıdır. Ortak bir ekinin parçalarıdırlar. Bu birliktelik türkülerde, halk şiirinde (ve Türkçe şiir söyleyen Ermeni şairlerin şiirlerinde, örneğin Âşık Miskin Burcu, Sayat Nova, Âşık Emir, …) müzikte, masallarda, yer adlarında, ortak sözcüklerde (tarımsal, yapısal, dayanışma kaynaklı), söylencelerde, mimaride, taş işçiliğinde somutlaşmıştır. (Arıkan, 2003) Belki din biraz engel görülmüş, ama halkların erdemli duruşu bunu da aşmıştır.
Bahçelerde mor meni
Verem ettin sen beni
Ya sen İslam ol Ahçik
Ya ben olam Ermeni
(Arıkan, 2003)
Ermeni yazını insanla ve doğayla olan ilişkileri, gelenekleri, yurt sevgisini kendine has işleyişindeki içtenliğiyle dünya yazınında önemli bir yere sahiptir. Yüzyıllar öncesinden bu yana gelişimini sürdürmektedir. (Karaca, 2001)
Doğu Ermeni edebiyatı ve batı Ermeni edebiyatı olarak genel bir ayrıma gidilmekte olup her iki kapsama giren yazarlar Ermenice yazarlarken, diyasporanın yayıldığı ABD’de ve Avrupa ülkelerinde Ermeni diliyle yazmaları pek de olanaklı olmamıştır. “Batı kültürünün emperyalist ırası, Ermeni sanatçıların kendi dillerinde ürün vermelerine engel olmuştur. Batı ülkelerinde yaşayan Ermeni sanatçıları, bulundukları ülkelerin diliyle ürün veriyorlar.” (Timuroğlu, 1993: 224) Türkiye’de de Ermeni yazarlar kendi dilleriyle yazmışlardır. Son dönemde Türkçe yayımlanan (özellikle öykü ve roman türündeki) edebiyat yapıtlarıyla kendi anlatımlarından Ermenileri; duyarlılıklarını, yaşama bakışlarını, düşünce yapılarını tanıma olanağı doğmuştur. (Kankal)
Bu çeviri süreci sonucunda tanıdığımız Hagop Mıntzuri de (1886-1978) Ermeni yazınının, kendi dilinde yazmış önemli bir adıdır. Mıntzuri söz konusu yaşam ortaklığını, halkbilimsel izleklerden yararlanarak çok güzel işlemiştir. Hagop Mintzuri, Erzincan’ın İliç ilçesine bağlı Armutlu (Armıdan) köyünde doğdu. İstanbul’da Robert Koleji’ni bitirdi. Yeniden köyüne döndü. Bir ameliyat için İstanbul’da bulunduğu sırada tehcir olayının gerçekleşmesiyle ailesini bir daha göremedi. Yapıtları “Armıdan Fırat'ın Öte Yanı”, “Atina, Tuzun Var mı?” (bu iki cilt, “Armıdan” adlı Ermenice kitabın çevirisidir.), “Kapandı Kirve Kapıları” ve “İstanbul Anıları” adlarıyla Türkçe yayımlanmıştır.
Çevirmen Silva Kuyumcuyan, yazdığı bir sunuşta Hagop Mıntzuri’yi şöyle anlatır: “’İstanbul Anıları’, ne otobiyografi, ne bir roman veya öykü, ne defterlere rastgele doldurulmuş anılardır. Mıntzuri, kendi yaşam felsefesine uygun tarzda çocukluğunu ve gençliğini, olgunluk çağında belleğinde yeşertmiş; kültürümüz ve sosyal yapımız için gerekli gördüklerini seçerek belgesel kesitler kaleme almıştır. Bunu yaparken de kentli aydın havasına kapılmadan, köye ve köylüye özgü sadeliği ve samimiyeti korumuştur. Mıntzuri’nin dili konuşma dilidir. Onun anlatımındaki tadı yakalayamayan için, dil kurallarını bilmediğini sanmak olasıdır. Oysa Mıntzuri, Ermenicenin, Türkçenin, Fransızca ve İngilizcenin anlatım kurallarını, bu dillerin edebiyatlarını bilen bir ‘fomen’dir. O bir ‘köy yazarı’ olmayı yeğlediğinden de bu üslubu seçmiştir.” Gerçekten de Kuyumcuyan’ın sözleri çok iyi anlatıyor yazarın dünyasını.
Mıntzuri’nin öykülerinde hızlı bir olay akışı, gerilim yoktur. Asıl başarısı da buradan gelir. Bu kadar durgun, fotoğraf benzeri yaşam kesitlerini bu kadar ustaca, bu kadar etkileyici biçimde vermek, yazarın büyüklüğü buradadır. Öyle ayrıntılı betimlemelere de girişmez, ama okurun gözünde canlandırmasına birkaç fırça darbesi yeter. Görsellik ağır basar işleyişinde. İnsanlar uzansan dokunabilecekmişsin gibi ete kemiğe bürünür. Anlatımı kimi yerde şiirseldir. Bazen de ustaca gülmeceyi (mizah) işler. Karakterleri insanın en doğal, bozulmamış, yozlaşmamış durumundadırlar. Ne ki her şey çok mu insancıldır? Kuşkusuz değil, bunları da özenle yansıtır. Bu kadar içtendir anlatışı Mıntzuri’nin. Bu güzel öyküler büyük oranda halkbilim motiflerine dayanır. Şöyle açıklar bir yerde: “Edebiyat tarihinde farklı bir durum benimki. Ben kahramanlarımın ve onların devamının olmadığı bir yerleri anlatıyorum. Anlatılarım salt anlatı değil, kahramanlarımın ve yaşadıkları yerlerin folklorudur da, halkın tarihidir, onlara dair tanıklıklardır yazdıklarım. Onların sinemasını, tiyatrosunu oynatırım. Edebiyata dönüştürdüğüm onların panteonudur.” (Mıntzuri, 2000: 8) Yazarın öykülerini oluşturduğu halkbilimsel öğelerin Türk ekiniyle, Türkçeyle ortak nitelik taşıyanları da pek çoktur.
Mıntzuri’nin öykülerinde pek çok ortak sözcük yer alır. (Bu satırların yazarı da Erzincan’ın Hagop Mıntzuri’nin anlattığı bölgesinde doğup büyüdüğünden, anılan ortaklıkların tümüne tanıktır.) Sözgelimi ev yapımında kullanılan, tarım ve tarım tekniğiyle, toplumsal ilişkilerle ilgili birçok sözcük ortaktır: hatıl, mertek, örtme, loğ, hapenk, hakuka, cağ, mahana (bahane), herg, hozan, maşıra, ırzag, kom…
Ocağın tütmesi, ortak bir deyimdir. Ermeni ve Türk kadınlarının, kızlarının başlarına örttükleri başörtüsünün adına lacag, leçek, neçek denir. Ayakkabıya kalik denir. Yazar Türk ekininde olmayan; doğallıkla yalnızca Ermeni ekini ile ilgili, halkbilimsel, dinsel, tarihsel kaynaklardan da beslenir.
Bacılık kızlar, kadınlar arasında kardeş yerine tutulan yakın arkadaşlığa denir ki bu çok köklü bir toplumsal kurumdur. Çok derin bir dostluğu, yakınlığı, sevgiyi, dayanışmayı içerir. (Aynı gelenek, aynı biçimde Alevilerde de yaşanmaktadır.)
Hab ise Mınzuri’de süt ortaklığı olarak geçmektedir. “Sütün, bir obada, bir köyde sırayla ve karşılıklı ödünç alınıp verilmesi işlemidir. Süt böylece belirli bir süre için bir elde toplanır, yağ ve peynir üretimine dönüşmesi sağlanır. İşte bu süt ortaklığının Eğin çevresindeki Ermeni köylerinde de yaygın olduğunu Mintauri’nin verdiği bilgilerden anlıyoruz.” (Arıkan, 2003).
Öykülerin sonuna konulan açıklamalar kısmında, “hab ortaklığı” maddesinde şöyle yazıyor: “Köylülerin kendi aralarında kurdukları süt yardımlaşması. Birbirlerine sırayla süt vererek bir evde süt toplanıyor, böylece tereyağı, peynir, çotran (kurut) için gerekli miktarda süt karşılıklı sağlanmış oluyor. Türkçe ‘kap’ sözcüğüyle ilintili olsa gerek.” (Mıntzuri, 2000:137).
“Türklerle Ermeniler arasında ortak bir toplumsal davranış da gelinlik etmektir. Bu, yeni gelinin belirli bir süre kayınbabası, kaynanası ve evin diğer erkek bireyleriyle konuşmaması anlamına gelir. Türklerde yaygın olan bu alışkanlığın Ermeniler arasında da geçerli olması, ortak alışkanlıkların bir başka yönüdür.” (Arıkan, 2003) Gene aynı açıklamalarda da şöyle tanımlanıyor: “Dil saklamak. Köy yerinde yeni gelinler kocaları dışında aile büyükleriyle, bir saygı ifadesi olarak konuşmaz, çok gerektiğinde aracı kullanır veya başıyla eliyle cevaplar verir, bazen çok hafiften tek kelime söylerdi. Bu suskunluk uzun yıllar sürebilirdi. Büyükler hediye vererek gelinin konuşmasına izin verirlerdi. Bu gelenek, Müslüman, Hıristiyan herkes için ortaktı.” (Mıntzuri, 2000:137) Bu geleneğin pek de hoş olduğu söylenemez. Ancak günümüzdeki kaçgöç uygulamasıyla bir ilgisinin, benzerliğinin olmadığını da belirtmek gerekir. Gelinlik etmek Erzincan yöresi Alevi ekininde de önemli bir gelenek olarak, aynen açıklandığı gibi, yakın zamana kadar sürmüştür.
Ayrıca, ortak geleneklerden bir diğeri olarak, gelinin; başkalarının, özellikle de büyüklerin yanında, kocasının ismini vermesi, kocam demesi, kısacası kocasıyla ilgilenmesi ayıp sayılır.
Yaklaşık ayda bir yapılıp saklanan tandır ekmeğini yemeğe başlarken hafifçe, belli belirsiz ıslatıp, yumuşamasını sağlamak da büyük olasılıkla günümüzde de süren ortak bir gelenektir. Bir anlamda da zorunluluk sayılmalıdır.
Mutfak ekinine ilişkin de pek çok bilgi var öykülerde. Öncelikle kimi yerde adı geçen, kimi yerde tarifi belirtilen yemeklerin de çoğunun Türk mutfağıyla ortak olduğu görülüyor: Keşkek, paça, bişi, ayran çorbası, turşu, bulgur pilavı, pekmez, haşıl, pezik, cılbır gibi. Çok kullanılan bir kaba kulaklı, pişen ekmeği tandırdan almaya yarayan alete egiş derler.
“Gene bir kulaklıya ekmek doğrayıp, bir tava dolusu yumurtalı yeşilliği üzerine boca ettiler, onu da yediler.” (Mıntzuri, 1998: 41). Mantarlı pilav ile ilgili bir bölüm: “Yağda kavrulmuş soğanın pirincin ve mantarların güzel kokusu evi sarmıştı. (Mıntzuri, 1998: 43). Sözkonusu yemeklerin nitelikli oluşlarından, Ermenilerin mutfak ekinine önem verdikleri anlaşılıyor. Diğer yemekler: “…kenger getirmişti. Oturmuş, makasla dilenleri alıyordu. Yumurta ve yağda pişireceklerdi.” (Mıntzuri, 1998: 43). Jur adlı bir sostan sıkça söz ediliyor: “Kaynanası Oğik Mama sarımsak döveceğini getirdi, oturup içinde ceviz dövdü. Tuz, sarımsak, kırmızı biberle jur yapacaktı.” (Mıntzuri, 1998: 66). “Süzme bala bandırılmış bişi yediler” (Mıntzuri, 1998: 71) Plit, nişasta ve pekmezle hazırlanan bir tatlı türüdür. “Domatesi, soğanı, hıyarı, biberi, maydanozu, peyniri doğrayıp birbirine karıştırarak ‘bağ mancası’ hazırlarlardı. Ateş yakar pilav ve cılbır pişirirlerdi.” (Mıntzuri, 1998: 82). Havanat sebzeyle yapılan bir tür omlettir. Baclımac açılıp, yağda kızartılan hamurla yapılan şekerli ekmektir. “Kalacoş ise çotran veya ayran, soğan sarımsak, kavurma, yağ, biber, naneyle, yapılır.” (Mıntzuri, 2000: 43). “...dibinde doğranmış ekmek, üstüne de cevizli jur gezdirilmiş sılik” (Mıntzuri, 2000: 69).
Yemekler kadar olmasa da kimi öykülerde boşinançlara da rastlanıyor. Örneğin “Uykusu Başında” adlı öyküde, korktuğu sanılan Arut için şöyle söylenir: ”...buraya kadar geldiği yoldan bir ip gezdir, papaza söyle, gelsin bir okusun...” “Bizim Kızıl Öküz” adlı öyküde de hamile kadınlarla ilgili bir inanç var: “Karnedadz’a, hani aşağıdan nişan alınıp taş atılan ve taşın kayıp düşmesi ya da orada kalmasına bakılarak hamile kadınların kız mı erkek mi doğuracaklarının sınanıp belirlendiği yere geldiğimizde...” Bilindiği gibi, Anadolu’nun birçok yerinde bu tür inançlar yaşatılır.
Uzaktan bağırışarak konuşmak, kır yaşamındaki zorunluluklardan kaynaklansa bile, bir yerde alışkanlığa da dönüşebiliyor. Mıntzuri’nin öykülerinde bu uygulamaya da ayrıntılarıyla yer verilmiş.
Kadınların çağrılma biçimi ile ilgili ilginç bir durum sözkonusu. Kadınlar adlarıyla değil, yetiştikleri ailenin ya da yetiştikleri yerin adıyla çağırılmaktadırlar: “Biz kadınlarımızı kendi adlarıyla çağırmazdık. Nereden gelmişlerse, kimin evindenlerse, o köyün, o evin adıyla çağırırdık.” (Mıntzuri, 1998: 101).
Halkbilimsel bir ayrıntı olarak giysiler, bir toplumun beğenisiyle, inceliğiyle, özeniyle ilgili kanılarımızı oluşturmada rol oynar. Mıntzuri bir çerçinin sattıklarını şöyle anlatıyor “Altın Yağdı Yelbakyan’ın Düğününde” adlı öyküde: “Trablus kemerleri getirmişti, hem erkeklere, hem kadınlara; ve siyah keçede kalıplanmış, ve tutkalla da sertleştirilmiş şapkalar... Kadınlar başlarına koyarlardı, Önünde de şakaktan şakağa ziynet altınları olurdu. Ve sırmalı ve saçaklı parıldayan laçaglarını şapkalarının üstünden, tıpkı ruhaniler gibi sırtlarına doğru atarlardı.”
Halk dansları kuşaktan kuşağa aktarılan değerlerdendir. İnsanın bedeniyle barışık olması açık toplumların, hoşgörülü, uygar toplumların bir özelliğidir, niteliğidir. Düğünlerde ve şenliklerde büyük bir yaşam sevinciyle dans edilir, onca zorluklara göğüs germenin gururu sergilenir bir bakıma. Coşku dışa vurulur o müzikle, ritimle: “Zimara barları oynadılar, karşılıklı ikişer kişiyle, üç ayak ölçüsünde. Peng barları oynadılar üçerli, kollar yukarıda, parmaklar kenetli. Hara-hırotslar oynadılar teke tek karşılıklı, ayakları uyuşturacak hızda.”
Çocuklar esir almaca, topal topuk, ip atlama, kırbaç oynarlar Armıdan’da. Örneğin topal topuk sek sek benzeri, ebeli bir oyundur. Ebe, seke seke arkadaşlarını kovalayıp ebelemeye çalışır. Başarırsa roller değişilir. Yorulup ayak değiştirir veya yere basarsa diğer oyuncular sırtına vururlar... (Mıntzuri, 1998: 106).
Pek çok ilginç bitki adını anar Mıntzuri. Horzna, sığır dili, salep, fare kulağı, çöven, yaban asması, kenger, tilki kuyruğu, öküz dili, dağ fiği, hünnap, kuşburnu, cehri, iğde, kişniş. Doğaya olan sevgisiyle şiir güzelliğinde metinler de üretir: “Her sallayışında hünnapların da yüreği kalkıyor. Eğilip doğruluyor, dallarını, yapraklarını birbirine vurarak el çırpıyor, oyun yapıyorlar bebeğe.” Görkemli, içten bir dillendiriş değil mi…
Kına gecesi Anadolu’daki ekinlerin ortak törenlerinin, geleneklerinin, uygulamalarının başta gelenlerinden. Mıntzuri de önem vermiş kına gecesine: ”Kına oynattılar her gece, düğün evinin damında, herkesin görmesi için. Bu oyun gelinlere özgüydü, sadece onlar oynadılar. Selenin etrafında yanan mumların ortasında, yeni kalaylanmış pırıl pırıl bir tepsi içindeki kınayı, sağ elinin beş parmağı yüksekte tutarak oyun halkasının ortasına getiren, kendi çevresinde dönerek oynar, sonra da seleyi bir başkasına uzatarak tekrar oyun çemberine girer. Ve her biri ayrı ayrı, en ağırbaşlı, en asil şekilde, kollarını dalgalandırarak, yirmi-yirmi beş gelin oynayıp döndüler kendi çevrelerinde.”
Başlı başına bir güzelleme bu öyküler. Alıp başını giden bir tarihe, o ağırbaşlı, güzel insanlara, o coğrafyaya, kardeşliğin, barışın sofrasına, gurbet ellerde kalanlara, bir daha görülmeyenlere. Erzincan’ı görenler bilir. Ekini, çevresini kuşatan bölgelerden farklıdır. Dümdüz bir tepsidir toprağı, dağlarla kuşatılmış. Alabildiğine açıklıktır. Geceleri yıldızlar iner kentin avuçlarına. Yağmur hem bir türküdür, hem doğurgan mı doğurgan, bellekten hiç çıkmayacak bir koku.
Bunları yeniden soludum Hagop Mıntzuri’yi okurken. .
KAYNAKLAR
Arıkan, Zeki, 2003, “Türk-Ermeni Kültür İlişkileri Üzerine”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Der., yayim.meb.gov.tr
Kankal, Ahmet, “Ermeni Öykülerinden Türkçe Yayınlananlar Üzerine”, www.ermenisorunu.gen.tr
Karaca, Birsen, 2001, “Ermeni Edebiyatı Seçkisi”, Kültür Bak. Yay.,
Mıntzuri, Hagop, 1998, “Armıdan Fırat’ın Öte Yanı”, Aras Yay.
2000, “Atina, Tuzun Var mı?”, Aras Yay.
Timuroğlu, Vecihi, 1993, “Ermenistan Şiiri”, “Yazılanından Başkalarının da Okuyacağı Mektuplar” içinde, Başak Yay.