- Sayın Hürriyet Yaşar, söyleşi isteğimizi kabul ettiğiniz için çok sağ olun. 4. Vedat Günyol Deneme Ödülü’nü (2019) alan Söz Yazıları adlı deneme kitabınız kısa süre önce Kırmızı Kedi Yayınları arasında yayımlandı. Bu yapıtınızda Türkçenin sorunları konusunu işler, dilin köklerine yolculuğa girişirken, bir yandan da toplumbilimsel değişim ve yozlaşma üzerine cesur belirlemelerde bulunuyorsunuz. Onyıllardır tüm partilerin fırsatçı ürettikleri gibi somut sorunlar sanırım toplumbilimcilerin bile terk edemedikleri halk dalkavukluğu (popülizm) belasını çözümlemenizde başat etken durumuna getiriyor. Ne dersiniz?
- Sevgili Günay Güner, bu soru’nu, soruya ilişkin senden istediğim ek açıklama ışığında yanıtladığımı okura da açıkladıktan sonra geçeyim yanıtıma. Çünkü “toplumbilimsel değişim ve yozlaşma üzerine cesur belirlemeler”den kitaptaki hangi yazıların hangi yerlerini kastediyor olabileceğini kestirememiştim.
Önce “dilin köklerine yolculuk” saptamana değineyim. Bir sözcüğün eklerini söke söke köküne ulaşmak ya da kökünden başlayıp eklerini çözümleye çözümleye anlam alanında, bununla da yetinmeyip çağrışım alanında gezinmek bana zaman tünelinde ve anlam evreninde keşif gezileri gibi doyumsuz bir coşku yaşatıyor. Dil, ucunu bucağını göremediğimiz genişlikte bir alan. Kuşkusuz ki bir başlangıcı var, ama o başlangıç da bir çizginin bir yanıyla öbür yanı arasındaki geçiş noktası gibi bir şey değil; şimdilik bilmediğimiz ve keşfettikçe daha öncesine gideceğimiz bir gelişim süreci. Kitaptaki denemeler arasında böyle gezilere çıkılan topu topu 10 deneme, onların içinde de 10-15 sözcük var. Türkçenin tüm sözcüklerini düşünürsek minicik bir gezinti bu; sözcüklerin köklerine uzanma bakımından çok kısa yolculuklar. Yine de baş döndürücü ölçüde aydınlatıcı, öğretici, buldurucu yolculuklar.
Bu çekicilik dilin kendisinden kaynaklanıyor, Türkçenin güzelliği, Türkçede bu tür gezilerin doyumsuzluğu bu yolculukları çekicileştiriyor.
Şimdi “toplumbilimsel değişim ve yozlaşma üzerine cesur belirlemeler” dediklerine gelelim. İzninle, ek açıklamanda kitaptaki “Kamu Görevinde Korsan Satıcı Olmak” denemesinden senin yaptığın alıntıyı biraz genişleterek buraya da taşıyalım:
Özgüveni yerinde, dingin, barış içinde ‘bir şeyler yapmak’ isteyen; bir göreve, bir makama aday olsa bile, bunu ‘bir şey olmak’ için değil, ‘bir şey yapmak’ için isteyen kentli insanın yerini de hızla, ne yapacağını bilmese de unvanları/makamları ele geçirerek ‘bir şey olmak’ isteyen insan tipi alıyordu. Hep, ‘daha yukarıda bir şey olmak’ isteyen, kendi üstündekine içtenlikle değil, sinsice itaat eden bir insan tipi.
Bugün ülkemizde olanları belirleyen insan, işte bu insandır. Onu çeşitli partilerde, çeşitli ideolojilerde, mesleklerde, çeşitli gelir düzeylerinde görebiliyoruz. Öyle ki, onların, bunca çeşitlilik ve karşıtlıklar arasında bile ortaklaşabilen ‘bir şey olma, sonra daha yukarıda bir şey olma amacı’ diye özetlenebilecek özellikleri, yaşamın her alanına yayılmış durumda.
Köylü göçünün yarattığı bu yeni insan kamu kuruluşunda işe başlarken, kendini toplumla ‘görev/iş’ karşılığında ‘gelir/ücret’ kazanacağı bir sözleşme yapmış saymıyor. Böyle bir kültürü yok. O, başladığı her işi tırmanılmış bir ‘yer,’ bir ‘konum,’ bunun karşılığında da ‘gelir’ olarak görüyor. Bu görünümde ‘görev/iş,’ ona anımsatılacak en sevimsiz kavramdır. Çünkü daha tırmanılacak çok uzak, çok yüksek noktalar vardır. Kim onda olmayan neye sahipse onu kendinden varsıl, kendini ise ondan aşağıda sayan bu güvensiz, güvensiz olduğu için de güvenilmez yeni insan hiçbir işte kendini o işin görevlisi saymayacak, her işi, her görevi, daha çok para kazanmaya, daha yukarılara tırmanmaya yarayacak ‘konumlar’ olarak görüp basamak yerine kullanmaktan başka şey düşünmeyecek, bu yüzden unvanını ya da makamını değil ama görevini angarya olarak görmeye başlayacaktır.”
Bu alıntıdaki saptama, uzun yıllara yayılan çözümlemeci bir gözlemin sonunda oluşmuş bir toplumsal hastalık durumu saptamasıdır. Bu yeni insan tipi sağlıklı bir insan tipi değildir, hastadır; kentlerde (yurtyönetiminde) çoğunluğa geçmesiyle toplumu hasta etmiştir. Dünyanın en büyük kapitalist göç devleti nasıl kendi ülkesine ve dünyaya acılar çektiriyorsa bu toplum da şimdi kendi ülkesine ve çevresine acılar çektiriyor. Toplumbilimde daha önce saptanmış ama yönetimde çoğunluğa ulaşırsa ne olacağı konusunda hazırlıksız yakalanılmış bu yeni durumu bir sağlıksızlık, bir hastalık olarak saptayacak özgüveni yurtyöneticilerinin kendilerinde yaratması gerekiyor. Ama yalnızca yurtyöneticilerinin değil, toplumbilimcilerin, ruhbilimcilerin, siyasetbilimcilerin… Aslında herkesin... Yoksa acılarımız her geçen gün katlanarak büyüyecek. Bu hastalığı birçok boyutuyla irdelemeye çalışan iki savyazı’mın1 ve gazete köşe yazılarımın bulunduğu dosyam, benimsendiği yayınevinde günışığına çıkmayı bekliyor.
- Toplumsal yozlaşma sanırım dilsel yozlaşmaya da yol açıyor. Toplumdan söz etmişken 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbelerinin yarattığı acılar, yazına yansıyabildi mi?
- Doğru söylüyorsun. Toplumsal yozlaşma dilin yozlaşmasını da getiriyor, bu da kısır döngüyü başlatıyor, çünkü dilin yozlaşması bireyin ve toplumun yozlaşmasına neden oluyor. Ergen erkek, sevgilisi olan ergen kıza ‘manita’ deyince, erkeğin gözünde o kız sevgiliden manitaya dönüşüyor. Ya da emeğin karşılığına ‘avanta’ dedirtilmesi başarılırsa, emek karşılığı olmayan gerçek avanta da hak olarak görülmeye başlıyor. ‘Beni seviyor musun?’ sorusunun yanıtını duymak isteyen sevgiliye verilebilecek sonsuz sayıda yanıt varken, yanıtlayan sevgilinin ‘aynen’ demesindeki zavallılığı düşünebiliyor musun?
Senin sorunun darbelerle ilgili bölümü için şunları söyleyebilirim: Örneklere inmeden genel bakışla söylersek, 12 Mart yazını 12 Eylül yazınından ustalık bakımından yukarıdadır, çünkü 12 Mart güzelsanatın birikim süreci zincirini koparmadı. Oysa 12 Eylül iyi hazırlanmış bir koparma harekâtı olarak yazın’ın ileri yürüyüş halkalarını kopardı, o kopuşların kalıcı olması için de hazırlığını yapmıştı. Yalnızca yeni yetişen yazar adayı değil, 12 Eylül’den önce ustalaşmış sanatçılardan bile, konu sorumluluğunu ya da ustalık birikimini ya da ikisini birden unutturabildiği nice yazarlar oldu. Yeni yazar adayını birikimin içindeki gelişim zincirden koparma işlemini, bunalım yazını ve postmodernizm pompalamasıyla yürüttüklerini gözlerimle izledim.
Soru’nun sonunu anımsarsak, zaten tek yapılabilenin acıların yansıtılması olduğunu söyleyebilirim. 12 Eylül’ün faşist baskı boyutundan başka ne menem bir şey olduğunu anlamaya/anlatmaya çalışan kaç öykü ya da roman sayabilirsin? Benim bu sorup aradığım, ‘acıları yansıtmak’ demek olan kolay işin çok ötesinde bir şeydir. Gel birlikte yeniden düşünelim. 12 Eylül’ün ne menem bir dönüştürüm ve ele geçirme süreci olduğunu işlemeye çalışan yazın yapıtlarımız var mı, varsa hangileri?
- Ferdinand de Saussure dilbilimin ustalarından. Benimsenen önemli kuramı “saymacalığın” yazarlarca pek bilindiği söylenemez. Bunun en tipik dışavurumlarından biri “Bu kelime, eskisinin anlamını karşılamıyor” savı biçiminde dillendiriliyor. Oysa türetilen sözcüğün dilin tümce ve kökenbilimine uygun olması ve benimsenmesi önemli değil mi? Atatürk’ün geometri alanında türettiği sözcüklerin tümünü sanki bin yıldır kullanıyormuşuz gibi benimsemedik mi? Öykü-hikâye ayrımı da böyle değil mi?
- Dile ilgim ne denli çoksa, dilbilim kuramları dünyasına ilgim o denli az. Orası ölü bir dünya gibi sıkıcı geliyor bana. O yüzden, sorunu Saussure’e de, saymacalığa da değinmeden yanıtlamak istiyorum. Mustafa Kemal’in Geometri kitabı bir özleştirme başyapıtı ve kılavuzudur. ‘Açı, açıortay, içters açılar, dışters açılar, yatay, düşey, artı, eksi, çarpı’ v.b. özleştirme sözcüklerinin inanılmaz buluşlar olduğunu, benimsenmişlikleri göstermiştir. “Manaları kaybediyoruz” diye yalandan mızıldananlara ya da özleşmeyle dilimizin yoksullaştığını söyleyen yanılgınlara ‘içters açılar’ yerine ‘dahiletanı mütekabiletanı zaviyetan’ demeyi yeğleyip yeğlemeyeceklerini sormak, sorunsalın ayaklarını yere indirir. ‘Göstergebilim’ değil de ‘semiyoloji’ deyince, ‘varoluşçuluk’ değil de ‘egzistansiyalizm’ deyince, ‘tümevarım, tümdengelim’ değil de ‘indakşın, didakşın’ deyince sözcüğün taşımaya soyunduğu kavramı daha iyi anladığını söyleyenler, duyumsayarak anlamayı mı yoksa ezberi mi yeğlediklerine ilişkin özsorgulamdan kaçmakta özgürler, bu kaçışlarla yine de erinç içinde kalabiliyorlarsa.
Özleştirmede hattâ sözcükleri anlamada, kökün anlaşılması, sözcüğün anlamını algılama hızı ve çağrışım alanının genişliği önemlidir. Yabancı sözcüklerde tüm sözcük ezberdir. Çağrışım alanı sözcüğün salt kendi anlamını çok aşamaz. Özleştirme bu nedenle gereklidir. Özleştirmeyle dil yoksullaşmaz, çünkü çağrışım alanı genişler. Yabancı sözcüğün çağrışım alanı yok mudur? Vardır, eski sözcükse, bu alan ‘anlama yetisi’yle değil, anı birikimiyle ilintilidir. Yabancı sözcüklerin eskilerini bırakmanın yanlış olduğunu sananların bırakamadıkları, bu anı çağrışımlarıdır gerçekte. Devrimciyim diyen kişi bu bağdan kendini çözemezse, kendini devrimci sanan bir tutucu olur.
-Usta Dilci Ömer Asım Aksoy Bağımsızlık Savaşımızda savaştığı gibi, Türkçemizin bağımsızlığı için de ömrünü adadı. Dil Devrimini anlayan ve başarısı için emek veren bilgelerdendi. İlgili denemenizde sezgiyle düşünce ilerletmenin önemine değinirken “ben gerçek dilciliğin ve dil devrimciliğinin, kuralları bilmekle ya da kuralcılıkla değil, kesintisiz bir dil öğrenciliğiyle, halkın konuştuğu dili sürekli gözlemleyip anlamaya çalışmakla olabileceğini, Ömer Asım Aksoy’dan öğrendim, diye yazıyorsunuz. Açıklayabilir misiniz?
- Ömer Asım Aksoy yükseköğrenimi dilbilim olan bir dilci değil. Özleşmeci yani dil devrimcisi olurken yıkıp geçebildiği bir güçlük daha var: Bir hukukçu kendisi. Bu, Osmanlıcanın egemen olduğu bir alanda iş dilini öğrenmiş ve sürdürmeye zorlanmış olması demek. Türkiye’de hukukçular ve tıpçılar özleşmeye karşı en dirençli kesimdir. Buna karşın Ömer Asım Aksoy Osmanlıca egemenliğindeki hukuk dilini kullanarak halkına üstten bakmak yerine, halkın anlayacağı özleşmiş bir Türkçeyi yaratmanın savaşımını yeğlemiştir. Sezgiye dayanan başarısının kaynağı, algılama yetisinin tüm özeni ve derinliğiyle halkı dinlemesinde. Kurallardan, dili çerçevelemek için değil, saptamak için, ortaya çıkarmak için yararlanıyor. Kural ezberleyen dilci dili sezemez. Halk ona hiç duymadığı bir yerden dil sorusu sorarsa, sezgileri uyur durumda kural öğrendiği için yanlış yanıt verir. Buna çok tanık oldum yol gösterici dil yazıları yazanlar arasında. Yanıtlanmış soruları iyi biliyorlar ama ilk kez sorulan sorularda çuvallıyorlar. Gerçi Ömer Asım Aksoy’un Dil Yanlışları kitabında bile yanlış önermeleri var ama 900’ü aşan ışık içinde üç dört yanlış, “Güzelin kusursuzu, işin yanlışsızı olmaz” önermesi için örnek verilebilir olsa olsa. Zaten ben o örnekleri yanlış bulacak donanımı da Ömer Asım Aksoy’dan edindim. Bunlar küçük gözden kaçmalardır. Benim şu kadarcık yanıtlarımda bile dil yanlışları bulabilirsiniz. Önemli olan, genel kavrayıştaki doğruluk ve yeterliliktir.
- Ulusun yüzde sekseni köylerde yaşarken, köyün çatışmalarını konu alan yazın yapıtlarını “köy yazını” diyerek küçümseyen çokbilmişler vardı, hâlâ var. Köy enstitülerinden altı yılda yüzün üzerinde yazar yetişti, bugünü besledi. Egemenliği ele geçirenler çanına ot tıkadılar bu eşsiz okulların. Kentlere göçüldü ama göçenler ne köylü ne kentli olabildiler. 1940’larda köy sağlıksızdı, köylü için köy enstitüleri kuruldu, günümüzde kent sağlıksız, kent enstitüleri kurulmalı ve toplum ulus eğitiminden geçirilmeli. Bu her yurtseverin amacı olmalı.
- Kentlere köylü göçü, emperyalizmin ülkemize yaşattığı en büyük felakettir. Yurtyönetiminin köylerde değil kentlerde öğrenildiği, ‘başka’ olana, ‘değişik’ olana saygının, anlayışın ve özgürlüğün kentlerde geliştiği, köylerin bu bakımdan çağlarca geride olduğu bence hâlâ anlaşılmadı. Bu yüzden, gün geçtikçe daha büyük felaketlere doğru her gün sürükleniyoruz.
Kente göçmüş köylünün kentlerde çoğunluk olması, o ülkenin kendi kendini çevresiyle birlikte bilinçsizce sürüklemesi demektir, çünkü bilenlerin kovulup bilmeyenlerin yönetim yerlerini ele geçirmesi demektir. ‘Göçmüş Köylü’nün kişiliğinde taşıyıp büyüttüğü sağlıksızlıklar saptanıp ulusça çözüm yolu arayışına girmedikçe yaşamımız her geçen gün daha da kararacak. Peki bunu kim yapacak? Kökeni ‘Göçmüş Köylü’ olanlar kentliye karşı komplekslerinden, kent kökenli olanlar köylüye karşı üstten bakışlarından kurtulup birlikte yapacaklar. Çünkü bunu başaracak bir ‘kent kökenli yurtyöneticisi çoğunluğu’muz kalmadı.
- Çok sağ olun Sayın Yaşar. Esenlik dileriz. Saygılar sunarız.
- İlginiz ve bunları söyleme fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.
GÜNAY GÜNER
31 Temmuz 2022, Ankara
1 ‘Savyazı’ sözcüğünü ilk kez kullanıyorum. Soruları yanıtlarken Türkçe düşününce, kafamdaki kavramı bu sözcük karşıladı. Belki de ‘makale’ sözcüğünün yerine gelmiştir, ancak böyle bir arayışla doğmadı.