Ağır, çalışma haklarından alabildiğine uzak sömürü koşulları büyük insanlığın her dönemde cehennemi oldu. Özelikle İngiltere’de derebeylik ilişkilerinin çözülmeye durmasıyla, kitlesel olarak kentlere akan kadınlar, çocuklar, erkekler, makinelerde ucuz, sefil, yoksul işgücüne dönüştüler. Yine biliyoruz ki suçlu sayılıp asıldılar.
Bu insanlar yazına yansıdılar. C. Dickens, J. London, V. Hugo, E. Zola…emekçileri yazdılar. Zola’nın Germinal adlı romanı maden yazınının klasikleri arasındadır. İki ciltten oluşan Emek adlı kitabı da öyle. Bir ütopya. Bu yapıttaki alan demir fabrikasıdır.
Türk yazınında ise birkaç romanın izleğidir maden.
“…Ahmet Naim Çıladır, sonradan birkaç öykünün eklenmesiyle Ateşnefes (2009) (Can Yay.) adıyla yeniden basılan Kuduz Düğünü (1968) adlı kitabındaki öykülerle bu konuda ürün veren ilk yazar olarak değerlendirilebilir.
Zonguldak Hikâyeleri (1962) ve 1970’te TRT Roman Ödülü’nü kazanan iki ciltlik romanı Yanartaş ile Mehmet Seyda, Ereğli Kömür Havzası’nda yaşananları anlatan Kıvırcık-Genç Bir Madencinin Öyküsü (1992) adlı romanıyla Behçet Kalaycı ve dört ciltten oluşan Grizu (2005-2011) romanıyla Muzaffer Oruçoğlu bu alandaki birikime katkısı olan yazarlar arasındadır. Çalışmaya konu olan ve ilkin 1979’da yayımlanan Ölümün Ağzı romanıyla İrfan Yalçın da.
Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak kömür ocaklarında zorunlu olarak çalıştırılan köylülerin, çevreleriyle birlikte yaşadıklarına odaklanır.” (“İrfan Yalçın’ın Ölümün Ağzı Romanında Maden İşçiliği ve Mükellefiyet,” Tuncay Bilecen - Efnan Dervişoğlu).
Kısa süre önce yitirdiğimiz, emeğin romancısı İrfan Yalçın ( 1934-2024) Ölümün Ağzı’nda, yakın geçmişte “mükellefiyet” diye bilinen (halk ağzında “madenkeşlik”) uygulamanın toplumsal etkilerini, acılarını konu edinir. 1980 Türk Dil Kurumu Roman Ödülünü kazanan bu roman akademik çevrede E. Zola’nın Germinal’iyle karşılaştırmalı yöntemle de incelendi. Gerçekten de ayrılıklar denli benzerlikler de vardır iki kitap arasında.
Madenci büyükbabaya, İbram Çavuşa Gocabuba diye seslenilir Ölümün Ağzı’nda. Yaşlıdır, madendeki tozdan dolayı solunum hastasıdır. Anşa (Ayşe) Ana bir direnç simgesidir. Eşi Recep Çavuş, oğulları Niyazi ile Hasan madencidir. Gelini Emine’dir; Niyazi’nin eşi. Çocukları Fahri ile Ali.
Sekemen denilen jandarma komutanı adeta bir Nazi subayı, maden ve bölge Nazi imha kampıdır. Her an dayak, işkence, eziyet. Veli Kavas en çok yüz yüze kalınan zalimdir; işi madencilerin ağzına tükürmeye dek vardırır. Çok ağır dayaklar yemesine karşın direnen tek kişi Laz madencidir. Dayaktan öldürülmeyi, eski helaya hapsedilmeyi göze alır, kişiliğinden ödün vermez. Ezilmez mi ezilir ama yüzlerine haykırır, tükürür, her şeyi söyler. Ayşe Anayla birlikte romanın direnç kaynağı Laz madencidir. İnsandır, tepeden tırnağa onurdur.
Büyük olasılıkla Veli Kavas da yöre “insan”ıdır. Ne ki yine Nazi toplama kamplarında en acımasızlardan olan kişilerin arasında mahkûmlardan seçilen mahkûm başlarının (capo) bulunması gibi Veli Kavas zalimi de bir capodur.
İrfan Yalçın’ın ve yapıtı Ölümün Ağzı’nın önemi, madencilerimizin ağır yaşamını işlemesindendir. Romanda geri dönüşler tekniğini uygular. Ne ki şunu da vurgulamalı ki roman ayrıntı sanatı olmasına karşın, daha ilk sayfalarda neredeyse Cumhuriyet karşıtlığı bildiriye dönüşür. Alaya alınan, kötülenen kişinin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü olduğu çok açıktır; kitapta Paşa diye geçer. Alışıldık klişe olarak baloyla alay edilir, balodaki kadınlar ve erkekler görgüsüz ve bilgisizdir. Altmış beş madencinin ölüm haberi alındığında bile bir etkilenme belirtisi görülmez.
Oysa Cumhuriyet, Atatürk Devrim yönetimi, kısa süren döneminde, Bağımsızlık Savaşı kazanılmadan önce, 1921 yılında, 151 sayılı yasayı çıkarmış, maden emekçilerinin haklarını yasal güvenceye almıştır. Mükellefiyetin uygulandığı İkinci Dünya Savaşı yıllarında tek parti CHP içindeki ırkçı, faşist, sağcı, Osmanlı artığı, sömürücü, din taciri kesim güç kazanmıştır. Aynı kesim köy enstitülerine karşı, kapatmaya varacak saldırıları başlatmıştır. Alman sempatizanı Recep Peker başa getirilmiştir. Her yerde tuzaklar kurulmaktadır. İnönü’nün ırkçı yapılanmalara birkaç müdahalesi olmuşsa da sonuç alınamamıştır. Çok tuhaftır, İkinci Dünya Savaşı, Yahudi soykırımını yapan Nazi ordularının, hür dünya ve SSCB orduları karşısında yenilmesine karşın, dünyada ve Türkiye’de sağ ve ırkçılık yükselmiş, SSCB’yle simgelenen sosyalizm (toplumculuk, insancılık) yeni düşman görülmüştür. Elbette, jandarma zorbalığı bu dönemin Türkiye’deki en belirgin dışavurum biçimidir. Dönem halkın kendisini yönettiği Cumhuriyet iktidarından öç alma dönemidir ve günümüze değin sürmüştür, sürmektedir (2024). Aynı kırklı yıllarda Şevket Raşit Hatiboğlu bakanlığında, “bağımsız çiftçi”nin yaratılması amacıyla yapılan yasa tasarısı çalışması ağalar, işbirlikçiler tarafından engellenmiş, toprak dağıtımına meydan verilmemiştir. Herkes bilmez ama ağalık Karadeniz’de de vardır.
Ölümün Ağzı’nda Recep çavuş, iki arkadaşıyla birlikte göçük altında kalır, yaşamını yitirir. Cenazesinin köyüne getirilmesine izin verilmez. Hasan ile Niyazi madenden kaçarlar. Kaçan madencilerin aileleri saldırıya uğramaktadır. Emine jandarma tarafından kaçırılır, ırzına geçilir. Sekemen de bunu istiyordur. Emine eve dönemez; ormanda bir ağaca asar kendini! Ayşe Ana kilometrelerce gittiği her yerde aşağılanır, hakarete uğrar. Sonunda eve, Niyazi’nin bulunduğu bir gün baskın yapılır, Niyazi kaçarken vurulup öldürülür.
Acıyla sürünen İbram Çavuş haykırır:
-Anşa, Anşa, Niyazi de mi girdi ölümün ağzına yoğsa? O uşamı yedi yuttu ecel.
**
151 sayılı 1921 maden yasasından önce Osmanlının son dönemindeki Dilaver Paşa Nizamnamesi vardır. Ne ki Osmanlıdan, bir monarşiden insan hakları, çalışma hakları, sınıf kazanımı beklemek saçmadır. İttihat ve Terakki baskısına karşın saçmadır. Zorunlu çalıştırma uygulaması biraz da Dilaver Paşa Nizamnamesinden kaynaklanır. İrfan Yalçın bu ayrıntılara hiç girmez. Yaşlıları konuşturup roman yazar. Oysa hâlâ padişah var sanan yaşlılar kitlesinin bile varlığı bilinir.
İkinci cumhuriyetçi öbekçe kullanılan ya da kullanıma elverişli görülen birkaç başlık vardır. Bunlar 31 Mart 1325 kıyımına dek uzanırsa da bu olayı dışta bırakalım. Diğerleri Mübadele, Varlık Vergisi, Mükkellefiyet. Mükellefiyeti açıkladık. Varlık Vergisini dilden düşürmeyenler 6-7 Eylül 1955 kıyımına hemen hiç değinmezler. Mübadeleyi ise Venizelos’un istediği, Yunan ordusuna katıldığı için Rum köylülerden kalanların saldırıya uğrayacakları, bunun ise istenecek bir durum olamayacağı bilinmelidir. Yakıcı bir zorunluluktu mübadele.
Bu yaklaşımları eleştiri hakkımızdır. Bu ezilen insanlarımızı yok saymak anlamına gelmez. Böyle sunanlar, yaftalayanlar kötü niyetlidir. Bizim itirazımız neredeyse, neredeyse değil, çoğu zaman işi “Cumhuriyetle bir değişen yoktur. Osmanlı daha iyiydi. Mustafa Kemal, Cumhuriyet üzerine kondu, kendine mal etti…” zırvalarına varan karşıtlıklaradır. Bunları da bilmek yine halkımızın hakkıdır.
Madem böylesi duyarlı konuda roman yazıyorsun, her ayrıntıyı eşit önemde değerlendireceksin.
GÜNAY GÜNER
22 Eylül 2024, Ankara