Bir ulusun yazınında (edebiyat) birçok etkenin yanı sıra, yapıtların, akımların, olayların, yaşantıların doğru, gerçeğe uygun, hakça değerlendirilmesinin büyük önemi vardır. Tersi durumda deyim yerindeyse “yazınsal adalet” sağlanamaz; en azından kısa erimde bir hayal olmaktan öteye geçemez. Yazınsal nesnellik içinse, güçlü eleştiri kurumunun-kurumsallığının varlığı gerekir.
23 Ekim 2014’te aramızdan ayrılan Vecihi Timuroğlu Türk ekininin bilgelerindendir. Bilge nitemini açmamız gerekir. Bilgili, erdemli, örnek insandır Timuroğlu. Çalışkandır. Yazdığı yaklaşık elli kitabın her biri yetkinlik, ustalık işi, büyük emek ürünüdür. Geniş izlek-konu alanlarına yayılmış (şiir, öykü, yaşamöyküsü-biyografi, araştırma, tarih, felsefe, güzelduyu-estetik, şiirdüşün-poetika, dil, sözlük, Türk Devrimi, Atatürk, Alevilik, söylenbilim-mitoloji, halkbilim, masal, siyasa, Yeni Dünya Düzeni, küresel saldırı, eleştiri…) yapıtlarından hiçbiri çalakalem yazılmamıştır. Özensiz yazılmadığı gibi, sözkonusu yapıtlar toplamının oluşturduğu toplam, gelecek kuşaklara aktarılacak paha biçilmez bir birikimdir.
Timuroğlu aydındır. (Gerçek aydındır, demiyorum, insan ya aydındır ya değildir.) Tek kişi kalsa bile doğru saymadığını, nesnel gerçeklikle, bilimle uyuşmayanı savunmazdı. İçinde yetiştiği toplumsal-yerel ekin, değerler, her anlamda yerleşiklikler bu tavrını değiştirmek yönünde etkilemezdi. Tek kalsa bile… Kimliksel anlayışın tuzaklarını, halkları birbirine düşman kılacağını işlerdi. Buna göre sınıfsal ve bilimsel bakış Yeni Dünya Düzeni güzlerinin oyunlarını bozacak, gerçek barışı, emek kazanımlarını, gönenci sağlayacaktır.
Aydın olmak budur ve Vecihi Öğretmen böyle bir insandı. Çünkü halkın yararının bilimsel, sınıfsal yaklaşımda yattığını bilirdi. Ödünsüz aydınlanmacı kişiliğiyle Vecihi Timuroğlu devrimcidir, insancıdır (hümanist), eğitimcidir, bilim-ekin insanıdır, düşünürdür, ozandır, öykücüdür. Evet, aynı zamanda usta öykücüdür.
Vecihi Timuroğlu’nun “Minnacık Kadın” (1984) adlı öykü kitabı, Türk yazınında bir başyapıttır. Dünya yazınında da değerli bir yeri bulunduğu kuşkusuzdur. Kitaba adını veren dışındaki tüm öykülerin kırsal alanla ilgili olduğu “Minnacık Kadın” ancak dünya klasiklerinde rastlanabilecek insan, anlatım, çözümleme derinliği yansıtır. Olay içinde olaylar, geriye dönüşler… Öykülerin (kırsal) kişilikleri ayrı ayrı varlık bulurlar. Her biri ayrı yapıları, tutkuları, özlemleri, yoksunlukları, tinsel, çağrışımsal gerilimleri olan insanlardır. Devrimci bakış, deyim yerindeyse “kör parmağım gözüne” aymazlığı içinde ortaya konmaz. “Minnacık Kadın”daki olaylar, kişiler, yaşantılar, Anadolu’nun, Türkiye toprağının acılarını, sömürü kıyımını, eşitsizliğin, yokluğun, çaresizliğin yakıcılığını olanca şiddetiyle duyurur. Öykülerde tarih de bugün de yarın da vardır. Doğallıkla böyledir, iç içedir. Okur bir yandan sarsılıp arınırken (katarsis), bir yandan da geleceğe ilişkin, yaşamı değiştirecek devrimci bilincini ve benliğini yeniler, yeni insan olur.
Daha düne değin yüzde sekseni kırda yaşayan, günümüzde ise kentlerde “yozlaşmış” köy “değerleri” ve bağlarıyla yaşayan Türk halkıyla ilgili olarak, toprak-insan ilişkisi doğru çözümlenmelidir. Bu çok önemli ve değerli çabadır.
Çocukluğundan başlayarak ağanın yanında hizmetkârlık (hizmekerlik) yapan yaşlı Kuli ağır hastadır. Fidoş Bacının (Firdevs) yoksul ama sevgi, merhamet dolu evinde yatmaktadır. Bilinci gider, gelir. O Fidoş Bacı ki Kuli’nin bir ömürlük sevdasıdır. Fidoş Bacı bunu bilmektedir. Acı hangisinde eksiktir ki… Fidoş Bacı, kocası İmam’ı, yıllar önce, ağanın buyruk vererek gönderdiği, “talana saldığı” Erzincan köylerinden birinde yitirmiştir. İmam öldürülmüştür. Ölüsü bulunamamıştır. Cesedine bile Erzincan hükümet konağı önünde zulmedilmiştir. İkiz bebelerini de yaşatamamıştır Fidoş Bacı… Onun her saniyesi acıdır, merhamettir… Kuli’nin saçını okşar, başını dizine alır… Çağrışımlar uzarken öykü içinde öyküye ulaşılır. Geçmişten, tarihten bir öyküdür. Aşiret reisleri Rızo ile Reşo’nun çatışmaları, kavgaları anlatılır. Mülkiyet kaynaklıdır “düello.” Ve Kuli’nin kalıcı olmadığını bilen Fidoş Bacı Kuli’nin koynuna girer; Kuli, sevdasının kokusuyla son soluğunu verir (Kuli). Bu öykü Dostoyevski yapıtı düzeyindedir.
Halk Partisi ile Demokrat Parti ayrışması toprak ağalarına kadar yansımıştır. Türkiye gerçeği. Kırklı yıllar birlikte, devrimlere karşı cepheden saldırı CHP içinden başlatılmış, DP , Halk Partisi’nden koparak oluşturulmuştur. DP’nin, yozlaşmış durumuyla bile, CHP’yle sınıfsal çıkarları uyuşmamış kesimlerin partisi olduğu bellidir. Öyleyse örneğin ağaların tümü neden DP’de değiller? Hem CHP, DP yoluna doğru yönelmiş (yozlaşma), hem de ağalarda da erdem, mertlik, dürüstlük kaygıları yaşamaktadır. (Bu olguyu, Vecihi Timuroğlu’nun dostu, değişimin usta romancısı Yaşar Kemal’in yapıtlarında ayrıntılarıyla ve tüm varsıllığıyla soluruz.) Devrime karşı CHP içinden saldırıyla birlikte DP umut olmuştur. Kaymakam, vali… şaşkınlık içindedirler. Devrim şu çelişkiyi de yaşar: Derebeyine “zor” kullanmadan köylü kölelikten kurtulamaz; derebeyine “vurmak” ise zulüm sayılmaktadır (Günümüz kimlikçi siyasasını anımsayınız!) Ayrıca devrim halkla ağayı, aşiret-boy reisini ayırma çabası gösterirken, “Nasıl kazanırız”ın raporlarını hazırlatırken, Batı-ABD… karışmalarıyla semiren devrim karşıtı güç (ki ilk evrede CHP içindedirler) faşisttir, ırkçıdır ve ağa-halk ayrımı yapmadan kıyım uygular. Bu öbek gelecek dönemlerde 6-7 Eylül 1950, Kanlı Pazar, Kızıldere, Maraş, Çorum, Sivas… kıyımlarının siyasal eylemci öznesi, faili olacaktır. Öyküde “kan davası”yla karşı karşıya bulunanlardan Kerim Ağa Halkçı, Hüseyin Ağa Demokrat’tır. Deneyim, yaşantı, birikim sahibi Hüseyin Ağa bu düşmanlıktan kurtulmak ister. “Kerim Ağa oğluna kızımı istese” diye dillendirir çözüm arayışını. Kızı Feride dünya iyisi, dünya güzelidir. Kerim Ağa da kötülük yanlısı, çekişme yanlısı değildir. Feride’yi isterler, oğul Ömer’le Feride’nin de gönlüyle evlendirirler. (Ömer mert bir delikanlıdır. Öyküde yan öykü olarak, askerde, kaçakçılarla çatışma sırasında, emirleri dinlemeyerek, canını hiçe sayarak silah arkadaşını kurtarışı anlatılır. Bu öyküde de yine toprak ekininin özleşen değerleri görülür.) Ne ki Feride’nin erkek kardeşleri Mehmet, Fadlı, Fuat Hayri kan gütme peşinde cahillerdir. Bu gelişmenin değerini kavramaktan uzaktırlar. Ne ki bu tutumları da derebeylik “değer”lerinin sonucudur; şaşırtıcı değildir. Kardeşler, el öpme geleneği bahanesiyle vardıkları Kerim Ağanın konağında, bir hileyle Ömer’i ve kardeşi Ahmet’i silahsızlandırmalarının ardından, gece hançerleyerek öldürürler. Öykü mahkemeyle, duruşma sahnesiyle başlar. Kardeşler pişmanlık göstermezler. Duruşma sırasında Hüseyin Ağa, acısından kalp krizi geçirir. Kerim Ağanın acısını duygudaşlıkla yaşamaktadır. Kerim Ağa da öldürülen kocasının evinde kalmak isteyen gelini Feride’yi gönülden kabul eder, hastaneye Hüseyin Ağayı ziyarete gider (‘Aman’ Diyen Benim Kanımdan Değildir!).
Vecihi Timuroğlu’nun öykülerinde ayrıksı ve yürekli izlekler işlenir. Büyük bir dil işçiliğiyle işlenir. Hanife, salt varsıl diye, ailesi tarafından, acımasızca, Kahveci Mustafa’yla evlendirilir. Mustafa eşcinseldir. Hanife Kadının onyılları, ömrü cinsellik adına hiçbir şey ama hiçbir şey yaşayamadan geçer. Konuyu açtığı annesi de Hanife’ye Mustafa’yla birlikte tepki göstermiştir. Yıllar geçer ve Mustafa ölür. Mustafa’nın çırağı İbrahim dürüst bir delikanlıdır. Hanife Kadın ile birbirlerine gönüllüdürler; evlenirler. İlk gece Hanife Kadının İbrahim’e seslenişidir: “Kızlık haletimi isterim!” Haletini verir İbrahim. Çocukları olur; kız, erkek. Ne ki Hanife, acı çekmiş Hanife kız çocuğunu dışlar, ezer. Bunda İbrahim de geri kalmaz. Yıllar sonra, evli ve kocasından kötülük gören, yetmedi, çocukluğunda, evliliğinde anasından kötülük gören, (damadının davranışlarını onaylamaktadır), Sayime, Hanife Kadından hesap sorar, mutsuzluğuyla çığlıklanır. Hanife Kadın hasta yatağındadır ve son sözü de “Kızlık haletimi isterim” olur. Sayime babasına sarılır, gözyaşlarına boğulur (Hanife Kadın’ın Kızlık Haleti). Bu öyküde de insanı insanlıktan çıkaran geleneklere, yerleşik yargılara yoğun ve haklı eleştiri vardır.
Her öykü okunup sonlandırıldığında, öykü değil roman okumuş gibisiniz. Kişiliklerin ve olayların hemen tümü günümüzde de yaşayan, acılarımızın ortak olduğu kişilikler (karakter) ve durumlar. Değer bilmek, bilmemek de öylesi değil mi? Olasılıkla öğretmen anlatıcı bir kasabada görevlidir ve fırından sürekli olarak çok sayıda taze ekmek alıp köpeklere götüren, dağ bayır gezen, oralarda yatıp kalkan bir insana tanık olur ve geçmişini öğrenir. İyi bir eğitim almış bir babanın oğlu olan Ömer Efendi eğitimini sürdürürken önce babasını, ardından ise annesini yitirir. Annesi kendisinin ve kardeşi Fevzi’nin ona emanet olduklarını söylemiş, okuldan ayırmıştır. Artık Fevzi, Fevzi’nin iyi bir eğitim alması, Kalem Kâtibi Ömer Efendinin yaşamının tek amacı durumuna gelmiştir. Kendi yaşamını mahvetmek pahasına her şeyini Fevzi’ye adamıştır. Fevzi’nin başarısıyla gurur duymaktadır. Ne ki babadan kalma tarlaydı, evdi ne varsa çoğu bu eğitim için, bu amaç için elden çıkmıştır. Kala kala birkaç ev kalmıştır. Gün gelir Fevzi okulu bitirir, hekim olur. Ömer Efendi Fevzi’yi evlendirir. Hemen ardından Fevzi, “Ben evlendim, siz de evlenin ayrılalım” demesin mi… Ömer Efendi bari çocukluklarının geçtiği, o güne dek yaşadıkları evi kendisine bırakmasını isterse de duyduğu yanıt “Değer biçilsin, yarısını ver, tamam. Birbirimize bağımlı değiliz” olmuş. Kalan evler ve dükkânlar satılır. Ömer Efendi parayı, düzenlediği bir davette Fevzi’ye verir. Herkesin tanıklığı sağlanır. Ve şöyle der: Bunca yıldan sonra evim bile yok! Bundan böyle, Kabakyazısı’nda, itlerle kalacağım. Onları besleyeceğim. Hiç olmazsa, bir lokma ekmeğin hatırını sayarlar!” Anlatıcı yine de öykünün sonunda bir gizem katar. Şu notu ekler: “Ömer Efendiyle yakın dost olmak istedim. Fevzi’nin basit bir kalıt bölüşümü istemesi olamazdı sorun. Olayın ayrıntılarını öğrenmeme yardımcı olacak bir ipucu vermedi” (İtler Ağası Ömer Efendi).
Dide Kaya bir usta çobandır. Güttüğü sürüdeki hayvanlarla olağanüstü bir iletişim, sevgi alışverişi içindedir. Bazı koyunlar gelir Dide Kaya’ya sürtünür, elinden tuz yalarlar… Dide Kaya’nın sözünü dinlerler… Hiçbir hayvana değnek vurduğu, taş attığı görülmemiştir. Kekemedir. Her sözcüğün ilk hecesini üç kez yinelediğinden lakabı Dide’dir. Anası kaya dibinde doğurduğu için de adı Kaya’dir. Halk lakap takmadan duramaz… Bir gün Piç Halil bir koyun verir Dide Kaya’ya. (Bu noktada Piç Halil’in kardeşiyle evli Mehmet Efendinin öyküsüne geçeriz…) Dide Kaya çok mutludur; içi içine sığmaz. Bir mülkiyeti, koyunu vardır. Koyunun adı Hanım’dır. Dide Kaya en güzel otlara sürer Hanım’ı. Gözü gibi bakar, sever. Anasını ve Zelhe’yi seferber eder. Doğaya güzellemedir, börtü böceğe, çiçeklere… Zaman geçer, Hanım’ın doğurduğu iki kuzudan biri ne yazık ki ölü doğar. O an Hanım’ın, Dide Kaya’nın, Zelhe’nin durumu bu kadar mı güçlü anlatılır… Gözyaşlarıyla okursunuz (Dide Kaya Mal Sahibi Oluyor).
Dar zamanda yetişmek, arkadaşını arkada koymamak… Vahap ile Faik’in yolları her yeri kar, tipi kapladığı, göz gözü görmediği, soğuk mu soğuk bir günde, arazide sığındıkları bir damda kesişir. Kesişir ya destansı bir olaylar dizisi, yan anlatılar, yaşam serüvenleri sıradan bir rastlantı olmaktan çıkarır. Askerde okuma yazma öğrenmiş, bedence ve iradece güçlü Vahap ile Faik donmaktan kurtulmak için yola düşerler. Vahap bölgeyi çok iyi tanımaktadır. Ukuş Hanımın evine varırlarsa kurtulacaklardır. Faik’in desteğe gereksinimi vardır. Vahap kadar güçlü değildir. Kendinden geçer, donacaktır. Vahap Faik’i sırtında taşır eve ulaştırır. Isınması, kendine gelmesi için hayvan dışkısına gömer. Gerçekten de işe yarar donma tehlikesini atlatır. Ev terkedilmiştir ama Ukuş Hanım denince, işte o an, anılar, olaylar sökün eder gelir belleğe. Vahap bir zamanların eşkıyasıdır, dağa çıkmaya zorlanan insanıdır. Yine bir zamanlar onu Ukuş Hanım evlat saymış, evine almıştır. Vahap da oğul olmuştur. Hükümetin vergiyle halkı inim inim inlettiği kırklı yıllardır. Mülki yöneticiler cumhuriyetin yöneticileri olmaktan çıkmaktadırlar. Kıtlığa, açlığa karşın gıdaya el konur. Askere adam alınır. Hele içlerinden biri, bir onbaşı Ukuş Anaya kinlenmiştir. İlle ona dirlik vermeyecektir. Eziyet eder, darp eder. Yine bir gün Ukuş Ananın oğlu Halit’i de askere almaya gelirler. Ukuş Ana, Vahap, Halit direnirler. Konak sarılır, ateş altına alınır. Çıkan çatışmada Halit, nahiye müdürünü öldürür. Otuz yıla mahkûm olur. Ukuş Ana her gün gider, Halit’in çıkışını bekler. Mahpushane yakınında bir ağacın altında son soluğunu verir. Yılların ardından Halit çıkar. Ne ki Ukuş Anadan sonra, Maksudanlılar, aşiret o yerde duramaz; çekip giderler (Vahap ve Ukuş).
Eğitimsizliğin, bilgisizliğin genellikle duyarsızlığa, kabalığa, alaycılığa yol açtığı da gerçek değil midir? Bekir Çavuş olumlu mu olumsuz mu karar vermenin pek kolay olmadığı bir tiptir. Anadolu’da rastlanmadığını düşünmek olanaksızdır. Onun adıyla abartılarak anlatılmış ya da gerçek kabalık örneği birçok olay vardır (Bekir Çavuş).
Yapıta adını veren “Minnacık Kadın” kent öyküsü. (“İtler Ağası Ömer Efendi” öyküsünün kasabada geçtiği söylenebilir.) Buna karşın öykünün başında, yazarın “Bu öyküdeki kadın, feodal bir kültürle yetişmesine karşın, feodal bir yaşamdan uzaklaşmıştır” notuna rastlanır. Evet, öykünün başkişisi sayılabilecek kadın büyük bir uyanış yaşamıştır. Hiç kolay başarılmamış bir uyanış. Kişilerin adları yoktur ama kadın “Minnacık Kadın”dır. Anlatıcı bilgili, birikimli, belli ki acılardan geçmiş (geçebilmiş mi?), bilge bir insandır. Yalnızlık içindeki yaşamında zaman zaman yakınlardaki parka gider; kendini dinler. Bir gidişinde rastlar “Minnacık Kadın”a. İki de şirin çocuğu vardır kadının. İzleyen günlerde kadını görmek isteğiyle varır parka. Anlaşılır ki kadın da ayrımına varmıştır. Ve bir gün söz sözü açar. Yaşamöyküsünü anlatan kadını, büyük sevecenlikle, dinginlikle dinler adam.
Kadının yaşamını zindana çeviren kocası dinsel / dinci ortaöğrenimden mezun, evlilik öncesinde genç kıza sürekli hayranlık göstererek gönlünü kazanan; o dönemde baskıcı, sınırlayan, tekçi, edilgen… yanını göstermeyen (belki kendi de bilmeyen!) biridir. Ne ki evliliğin hemen ardından bir zorba olup çıktığı gibi, kadının hiçbir beklentisini, gereksinimini karşıla(ya)maz. Oysa kadın yaşamına, kişiliğine değer ve emek vermektedir. Özünü özgürlük tutkusu yönünde dönüştürmektedir.
Bu ağır gerilim altında tanışmışlardır bilge adamla. Kaynaşır, ısınırlar… İnsanca bir tutkudur, özlemdir, handiyse açlıktır birbirine yönelten. O ana değin vandallık inceliği, duyarlığı ezmiş, un ufak etmiştir; adil değildir. Yaşanan acılar yokluğa karışır mı? Olanaksız... “Minnacık Kadın”da anılan evrensel izleği derinliğine işler Timuroğlu:
“Gece, gözkapaklarımı aralıyor: Minnacık Kadın! Şafak tülünü seriyor: Minnacık Kadın! Musluklardan sular akıp geliyor: Minnacık Kadın! Sabah çayım demleniyor: Minnacık Kadın! Ocakta çorbam kaynıyor: Minnacık Kadın! Akşam, kadehim buğulanıyor: Minnacık Kadın!” (s. 118).
Öykünün bir bölümünde anlatıcı, çocukluğuna, geçmişteki, çok uzakta kalan günlerine, giderek yakıcı acısına döner. Yer yer adeta karabasan! Olağanüstü bölümlerdir bunlar:
“Sivri çeneli arkadaşım, ‘Dur be oğlum! diye yalvarıyor, büyüdükçe kuzgunileşen sarı saçlı oğluma. Sulara bayılıyor oğlan. Ayrılmak istemiyor. ‘Bapma avu!’ diyor. Coşkuyla doluyor yüreğim. Oğlumun ilk cümlesi. Bir karşı koyma cümlesi! ‘Yapma yahu!’ Sokaklar, taşlar üzerinde kurumuş kan kokuyor. Alanlar kan! Buğday tarlalarına, sebze karıklarına, bostanlara akan sular pıhtılaşıyor. Genç insan cesetlerinden kurulmuş barikatların arkasından silahlar patlıyor. Kuzguni saçlı, geniş omuzlu, dalyan boylu bir delikanlı kana boyanmış seriliyor yere. Oğlum! Bir polis arkasını dönüyor. Hastane kokuları arasında öpüyorum yüzünü. Yiğit, yiğit kokuyor. ‘Faşistler!’ diyor dişlerini gıcırdatarak. Gözlerini göremiyorum. Sargılı. Vurulduğu için hapise atıyorlar. Vuran geziyor ortalıkta. Onu zulmün elinden kurtarıp yabanellerine gönderdim. Son sözüm, ‘Yapma oğlum!’ oldu…” (s. 115, 116).
Minnacık Kadın’a parkta anlatmaktadır. Başka çocuklar böler bir an adamın sözlerini:
“Esmer oğlan suya düştü. Bastı çığlığı. Annesi şaşırdı, çarpana oldu sanki. Uzanıp alıverdim. Kara gözleri ışıl ışıldı. Yaşama sevinci, korkunun yerini öylesine çabuk almıştı ki! Sulu sulu bağrıma bastım onu. Anası gelip aldı, söylene söylene dövmeye başladı. Minnacık Kadın’la bakıştık. Gözleri ala çadıra dönmüş, çenesindeki gamzesi derinleşmiş, dudaklarındaki gülümseme sevecenleşmişti. Elimi, avuçları arasına aldı, okşadı!’Anlıyorum seni’ dedi.” (s. 116).
Vecihi Timuroğlu eşitsizlik, tutsaklık üreten derebeylik ilişkilerini, bu ilişkilerin yansıma ve türevlerini kabul etmemekte, yoğun biçimde eleştirmekte, bireyin oluşumu ve özgürlüğü doğrultusunda çözümleyip yargılamakta; bunu incelikle, yazınsal güzelduyu yöntemleriyle yapmaktadır.
Timuroğlu’nun, Anadolu’nun, Türkiye’nin birçok yerinden derleyip yazdığı “Fırat’a Masallar”da da aynı kaygı ve işçilik belirgindir. “Turaç Kız”, “Ergenekon”, “Fırat’ın Doğumu”, “Kızkalesi Efsanesi”, “Amidih Piri”,”Avcı Pirim”, “Kâhf Eshabı”, “Ağrı Dağının Mağaraları”, ”Ağrı Dağı Efsanesi”, “Uğuz”, Ozanların Kenti” başlıklı masallardan, söylencelerden (efsane) oluşan “Fırat’a Masallar”da Timuroğlu, sözkonusu eşsiz halkbilim yaratılarını birebir yazıya geçirmemiş, yeniden yazmış; üstün yeteneğiyle, Türkçenin çağıl çağıl akışıyla daha da varsıllaştırmıştır.
Vecihi Timuroğlu, cumhuriyetin, Türk Devriminin düşününe, dolayısıyla Dil Devrimine tutkuyla bağlıdır. Bu niteliğini Minnacık Kadın’da da görmek olanaklıdır. Yapıtta dupduru halk söyleyişini, sözcüklerini, seslenişlerini, içtenliğini güçlü biçimde yansıtır. Bu yaklaşım aynı zamanda, Dil Devriminin Türk Dil Kurumu’nun yarattığı Derleme Sözlüğü ve Tarama Sözlüğü birikimiyle düşünsel koşutluk taşır. İşte bu sözcüklerden bir öbek: çaput, nanca, bebah, beli, kom, süvünk, şişek, alaf, merek, ağnam, çarpana, hayma, suvarmak…
“Minnacık Kadın”ın 1984 yılında, tek basımının yapılmasına inanmak gerçekten güç. Böylesi bir başyapıt nasıl tek baskıda kalır…
Yaşamöyküsünü bilenler bilir; Vecihi Timuroğlu onca acıya nasıl dayandı. Kendini ekine, bilime, çalışmaya, sürekli üretmeye adayarak mı? Kuşkusuz tek neden acıya katlanabilmek olamaz. Yaklaşık elli yapıt. Her biri başvuru kaynağı. Ve belirtmek gerek: Vecihi Timuroğlu “Minnacık Kadın” gibi öykü yapıtlarını çoğaltsaydı; roman da yazsaydı… Şiirlerini, “Minnacık Kadın”ı… okumak, bu doğal özlemi duyuruyor insana.
Usta Yazar-Öykücü-Düşünür-Ozan Vecihi Timuroğlu’nu büyük özlemle, saygıyla, sevgiyle anıyorum.
Günay Güner
27 Ekim 2024, Ankara