Ölümünün 130. yılında Walt Whitman’ı anarken, birçok çağrışım uyanıyor insanda. 1819 ile 1892 arasında yaşamış; yaza doğru doğmuş, kış günü, yetmiş üç yaşında yaşamını yitirmiş. Sevinç ve keder… Whitmas ve şiirini açıklamak kolay değil. İlgili döneme göre çok yenilikçidir; serbest, uyaklara önem vermeyen bir biçim geliştirir. Bu konuda en değerli incelemeleri yapan Memet Fuat şöyle yazar:
“Walt Whitman biçime değer vermeyen bir şair değildi. Yalnız anlattığı yeni şeylerin eski biçimlere sığmayacağına inanırdı : “Bütün bu yeni, bu gelişmekte olan olaylar, anlamlar, amaçlar için, yeni bir şiir, yeni biçimler, yeni söyleyişler gerek.” Yeniliği yenilik diye sevmiyor, kaçınılmaz bir şey olarak görüyordu. Gerçekten de Çimen Yaprakları’nın içeriğini eski kalıplara, eski biçimlere sokamazdı.
Şiirlerinin görünüşteki başıboşluğuna bakıp onu kural tanımayan bir sanatçı sanmamalı. Eski kuralların çoğuna boyun eğmezdi, ama onların yerine yeni kurallar koymuştu. Ölçü ile uyağı, İngilizce şiirlerde başlıca rolü oynayan vurguyu kullanmıyordu, yeni bir dize anlayışıyla, yeni bir ahenkle yazıyordu. Öte yandan, yapıtlarında Tevrat’ın, halk şiirlerinin, Homeros’un, Shakespeare’in izleri açıkça görülür. Yani eski edebiyatın etkilerinden büsbütün sıyrılmış değildir.”
Walt Whitman günümüz Amerikası ve Amerikalısının çok uzağında bir anlayışı şiirleştirir. Çok çalkantılı, sarsıcı bir dönemde yaşadı; iç savaşın acılarına yakından tanık oldu. Siyahların özgürleşmesini yürekten istiyor, bunu dillendiren şiirler yazıyordu. (Ne ki 1950’li yıllarda ilk iyileştirmeler yaşansa da gerçek anlamda bugün de özgür değiller.)
(...)
Kaçak köle evime geldi, dışarda durdu,
Yerdeki küçük, kuru dalları çıtırdatıyordu kıpırdandıkça,
Mutfağın kapalı, yarım kapısından gördüm onu, cansızdı,
sıskaydı,
Yanına gittim, bir kütüğün üstünde oturuyordu, elinden tutup
eve soktum, korkacak bir şey olmadığını söyledim,
Su getirdim, batyayı doldurdum, terli vücudunu, ezilmiş,
sıyrılmış, kızarmış ayaklarını yıkadı,
Ona kendi odamın yanındaki odayı verdim, ona kalın,
temiz giysiler verdim,
Durmadan dönen gözlerini, çekingenliğini bir türlü unutamıyorum,
Boynundaki, topuklarındaki yaraları ilaçlayıp sarışımı bir türlü unutamıyorum,
Tam bir hafta benimle kaldı, iyileşene, kendini toparlayana
kadar, sonra kuzeye gitti,
Sofrada yanıma oturtuyordum onu, tüfeğim köşede öylece
duruyordu.
(...)
Kovalanan köle ben’im, köpekler ısırınca geri sıçrıyorum,
Acılar, umutsuzluklar çöküyor üstüme, tüfek sesleriyle
geliyor insan avcıları,
Parmaklığın çubuklarına sarılıyorum, ezilen kaburgalarım,
derimin altında inceliyor,
Otların, taşların üstüne yuvarlanıyorum,
Biniciler, isteksiz atlarını mahmuzluyor, yaklaşıyorlar,
Sersemlemiş kulaklarıma doluyor kötü sözleri, hiç
acımadan kamçıların sapıyla vuruyorlar kafama.
Hem toplumu, hem bireyi övüyor, yüceltiyordu. Belki de Nietzsche’den önce bireyin değerini, sürü insanı olmamanın değerini sezmiş, giderek kavramıştı. Ne ki Amerikalılar onu anlayacak kapasitede değillerdi. Erkeğiyle, kadınıyla insanı, bedeni üzerinden yücelttiği, sevgisini, dostluğunu dillendirdiği dizelerine bakarak ona eşcinsellik yaftası yapıştırmaya çalıştılar. Öyle olsaydı bile bu suçlama çabası insanlık dışıydı. Kaldı ki eşcinsel olmadığını yazdı, söyledi.
(…)
Beni anlamak istiyorsanız, dağların tepelerine çıkın, ya da
denizlerin, suların kıyılarına gidin,
Küçücük bir böcekle bile neler neler açıklanır, bir damla,
ya da dalgaların kıpırdanışı bir anahtar gibidir,
Bir çekiç, bir sandal küreği, bir testere, benim sözlerimin
anlaşılmasına yardım eder.
(…)
Whitman insancılığın, sevginin sesiydi. Şarkılar büyük yer tutar onun şiirinde. Bugünde bakılınca Joan Baez, Bob Dylan, Simon and Garfunkel… seslenir gibidir. “İş Güç Üzerine Bir Şarkı”, bu uzun şiir emeğe güzellemedir, emek coşkusudur. Toplumcu ozanlara, aydınlara yakındır ama evrimci anlayışı benimser. Her zaman çalışanlarla, sıdadan insanlarla birliktedir. Onların diliyle konuşur, seslenir, yazar. Halkına, ülkesine tutkuyla bağlıdır. Aynı zamanda evrensel insan sevgisini de yaşatır yüreğinde. Yerelden evrensele varmanın simgesi gibidir Whitman. Nerede oluşa olsun, aşağılan, horlanan, ezilen insanların acısının kendi yüreğinde olduğunu şiirleştirir.
(…)
Acıları bir giysi gibi geçiriyorum üstüme,
Yaralı insana nasıl olduğunu sormuyorum, ben kendim yaralı insan oluyorum onu görünce,
Şöyle arkama yaslanıp bakıyorum, yaralarım kara kara, çürük
rengi yaralarım.
(...)
Bir inanç uğruna ölenlere derin saygı, sevgi duyar. Belli ki savaşçı yanı bu durumla ilgilidir. Barışa karşı olacak biri değildir.
(…)
Bir inanç uğruna ölenlerin büyüklüğü, sessizliği,
Yaşlı bir ana, büyücü diye yakalanıp kuru odunlarla yakıldı,
oğullarının, kızlarının gözü önünde,
Köpeklerle kovalanan bir köle, yorgun düşmüş, bitkin,
parmaklığa yaslanıyor, soluk soluğa, ter içinde,
Bacaklarına, boynuna iğneler batıyor, ağrılar bıçak gibi
saplanıyor, öldürücü saçmalar, kurşunlar yağıyor,
Bütün bunları kendimde duyuyorum, daha doğrusu bütün bunlar ben’im.
(…)
Walt Whitman’ı herkesten önce, Amerikalıların özenle, dikkatle okumaları gerekir. Ardından da Vietnam’ı, Küba’yı, Şili’yi, Irak’ı, Afganistan’ı, Suriye’yi… düşünmeleri. Alışkın olmasalar da derinliğine, hiç ivecenlenmeden!
GÜNAY GÜNER
30 Eylül 2022, Ankara
(Şiirlerin çevirisi Memet Fuat’ın çevirisidir).