Ahmet Say Ağabeyi yitirmemize çok üzüldüm. Işıklar içinde uyusun. Usta yazardı.
Biraz uzunca da olsa, yıllar önce Say'la yaptığım bir söyleşiyi sunuyorum. Hem derginin sayfalarından da gün ışığına çıkmış olur.
- Yeni yayımladığınız Ağaçlar Çiçekteydi (Evrensel Yayınları, 2011) adlı anı-yaşamöyküsü kitabınız, okura yaşamınızla olduğu kadar yakın tarihimizle de ilgili bilgiler veriyor. Ailede ve okulda iyi bir eğitim aldığınız çok açık. Acılar da yaşadınız. Sizce çocukluğun eğitim yönünden olsun, kişiliğin oluşması yönünden olsun bireyin gelişiminde önemi nedir?
- “Ağaç yaşken eğilir” diye bir atasözümüz vardır. Yaşam bu saptamayı doğruluyor. Herkes gibi ben de okul öncesi ve ilkokul eğitiminin sonuçlarını, ortaokul ve lise öğrenimi gördüğüm İstanbul Erkek Lisesi’nde geliştirdim ve derip devşirdim. Kişiliğin oluşması ise önce doğuştan gelen özelliklerin, sonra da yaşananların sonuçlarıdır herhalde. Tabii ki yaşadıklarından dersler çıkarabilene…
Sizde edebiyat sevgisini geliştiren öğretmenin Salim Rıza Kırkpınar olduğunu belirtiyorsunuz. Kırkpınar aynı zamanda, sınıf arkadaşlarınız Kemal Özer, Cengiz Bektaş, Yüksel Kasapbaşı, Adnan Özyalçıner ve Önay Sözer’in de öğretmenidir. Gençliğin eğitiminde edebiyatın yeri konusunda, günümüz eğitim koşulları da düşünüldüğünde neler söylemek istersiniz?
- Bir insanın kendini sözle ve yazıyla iyi ifade edebilmesi, özellikle öğrenim boyunca gördüğü “Türkçe” ve “Edebiyat” derslerinde sürdürülen uygulamaların verimleridir. İstanbul Erkek Lisesi’yle övünmek isterim: Yalnızca Salim Rıza Kırkpınar değil, o dönemde Türk Dil Kurumu’nun önde gelen adlarından dilbilimci Tahir Nejat Gencan, Beşiktaş Musıkî Derneği’nin kurucularından olan Rıfkı Melûl Meriç gibi dönemin tanınmış edebiyatçıları, bu okulun öğretmenleriydi. Onların sınıflarda estirdiği edebiyat rüzgârı, yukarıda adlarını verdiğiniz yazar, şair ve felsefeci arkadaşlarımı ilk gençlik yıllarında derinden etkilemiştir. O dönemi günümüzle karşılaştıracak olursak, doğrusu, 1940’lı ve 1950’li yılların eğitim koşullarını günümüzle karşılaştırmak, eski yılların sağlam, köklü öğrenim dönemini küçümsemek anlamına gelir. Edebiyatı geçelim, şimdiki lise mezunları Sular İdaresi’ne dilekçe bile yazamıyor…
- Genç yaşta Almanya’da öğrenim için altı yıl yaşamanız, Alman Sosyalist Öğrenci Birliği’ne üye oluşunuz, bu ilişkilerin getirdiği siyasal bilinç ve birikim, aynı zamanda kişiliğinizde güçlü bir özgüven yaratmış. “Örgüt üyeliği sosyalist kültürümü geliştirdi. Felsefeye ve tarihe nasıl bakmam gerektiğini öğrendim. Çünkü bu konudaki ana kaynakları her fırsatta okudum.” diyorsunuz (AÇ, s. 118). Almanya yıllarında belleğinizde en fazla yer eden olay neydi?
- En fazla yer eden olay… 1958 yılında Frankfurt’ta düzenlenen Uluslararası Sosyalist Gençlik Kongresi’ne Alman delegesi olarak katılmıştım. Bizde “Duayen” denen tipte yaşlı bir Alman hanım beni arayıp buldu. Fazıl Say’la bir akrabalığım olup olmadığını sordu. Babam olduğunu söyledim. Oysaki bu hanım, 1910’lu yılların sonu ile 1920’li yılların başlarında Berlin’de etkin olan ünlü Marksist örgüt “Spartakusbund”da babamın arkadaşıymış. Yürekli ve yaratıcı bir örgüt üyesi olan babamın özelliklerini anlattı bana. Yalnızca Almanya yıllarında değil, yaşamım boyunca bu kadar etkilendiğim bir söyleşi yaşamadım dersem yeridir…
- Sözü ile yaşamı birebir örtüşen bir yazarsınız. Bu tutarlılık, kararlılıkla birleşerek dolu dolu, ama bir o kadar da çileli bir yaşam sürmenize neden olmuş. Almanya’da edindiğiniz iyi bir eğitimin ve kültürün ardından Anadolu halkının ta içinde, Bingöl’de, Erzincan’da olmak istemeniz sık rastlanmayacak bir seçim. Arkadaşınız fotoğraf sanatçısı Güngör Denizaşan ile Che Guevara’nın motosikletle ülke gezisini anımsatan bir motosiklet yolculuğuyla Bingöl’e ulaşmak istiyorsunuz. Ustaca işlenen gözlemleriniz sonucunda Güneşin Savrulduğu Yerden (Bingöl Hikâyeleri) doğdu. Edebiyatımızda klasikleşebilecek değerde olan söz konusu yapıtınızın yaratım sürecini anlatır mısınız?
- Bingöl’ün Göriz köyünde, yoksulun da yoksulu, o aç biilaç, çaresiz insanlarla birlikte üç yıl yaşadım. Bebeğinden en yaşlısına kadar her birine bağlılık, sevgi duydum. Kucağıma aldığım sekiz aylık bebekle seksenlik Mehmet Şerif Efendi’nin yanında otururken çekilen fotoğraf, “Ağaçlar Çiçekteydi” adlı kitabımda yer alır. Ben Göriz köyünde, yalnızca insanlardan, insanların sağlıklarından değil, oranın dağından taşından, yıldızlarından bile sorumlu sayardım kendimi. Ne var ki, Bingöl’ün bu dağ köyünü o yıllarda yazmaktan çekindim. Çünkü onları gereğince anlatamayacağım, yazmayı beceremeyeceğim kaygısındaydım. Göriz köyünden ayrıldıktan sonra, bu köyün doğasını, insanlarını, yaşadığım olayları falan, önüme gelene anlatıyordum. Beni yüreklendiren Orhan Kemal oldu. İki saat boyunca ilgiyle dinledikten sonra, “Neden yazmıyorsun bunları?” diye sordu. “Yazmak istiyorum, ama nasıl yazacağımı bilmiyorum” dedim. “Bana anlattığın gibi yaz!” dedi, “sakın edebiyat paralamaya kalkma, düpedüz yaz. Doğayı da böyle güzelce anlat…” Onun öğütlerini tuttum ve yazmaya başladım. O yıllarda yazdığım hemen her öykü, ciddi ödüller kazandı. Yazma süreci işte böyle oldu…
- Türk Solu, Türkiye Yazıları, Dayanışma Yayınları, Edebiyatçılar Derneği, sizin öncülüğünüzde kültür yaşamımızda kalıcılaştı. Söz konusu kültür kurumları, Türkiye’nin en güç dönemlerinde değerli bir aydın kadrosunu bir araya getirmesiyle, günümüze önemli bir birikimi taşıyor. Aydınların etkin olmaları neye bağlıdır?
- Aydınların etkin olmaları, hem düşün hem eylem planında dayanışma içinde bulunmaya bağlıdır. Bizim “çimento”muz budur. “Türk Solu” ve “Türkiye Yazıları” dergileri, bütün sol çevreleri kucaklamayı öngörmüştü. “Edebiyatçılar Derneği” ise bir meslek örgütü olduğu için, kapısı her edebiyatçıya açıktı ve doğal olarak her telden çalan üyeler, söz konusu dayanışmadan yoksundu. Dernekçilik oyunlarının yapılabildiği yerlerde “düşün ve eylem birliği”nden söz açılamaz.
- Ağaçlar Çiçekteydi’de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının, devrimci gençlerin içtenliklerini, okuru duygulandıran anlarla, anılarla, ayrıntılarla yansıtıyorsunuz. Hemen hepsiyle cezaevinde olsun, dışarıda olsun yoldaşlık etmişsiniz. Onları bir kez daha anlatır mısınız? Çünkü biliyorum, ne denli anlatılsa az…
- Kitabımda elimden geldiğince 68 kuşağını “insan” yönleriyle vermeye çalıştım. Çünkü onların bu tarafları arka planda kalmıştır. Bana kalırsa bu gençlerin hepsi, soylu davranışları olan, yürekli, düşünceli, incelikli insanlardı. Yırtıcı gibi gözüken (öyle bilinmesi istenen) Cihan Alptekin ve Deniz Gezmiş’e ilişkin anılarımda, onların ne denli incelikli insanlar olduğunu, hapishane yaşamımdan örneklediğim sahnelerle anlatmaya çalıştım. Evet, onlar ne denli anlatılsa az. Söyleşimize pek sığmaz…
- Yapıtınızda “Yarım yüzyıl geçti, 21. yüzyılda emperyalist ülkelerin işçilerine fazlasıyla verilen bu kemik, ‘globalleşen canavar’ın kaburgalarına dönüştü. Demek istiyorum ki, dünyaya egemen olabilmek için emperyalistler, kendi ülkelerindeki işçilerin gönlünü almak zorundaydı. Fakat bu pek uzun süre gitmedi: Sosyalist ülkelerin yıkılmasından sonra, Avrupa ve Amerika’da işçi hakları hızla gerilemeye başladı. Meğer kapitalizmin tafrasıymış verilen işçi hakları.” (AÇ, s. 108) diye yazıyorsunuz. Çözümlemeniz emeğin evrensel sınıf bilincinde eşzamanlı bir aşınmanın, ama gelişmemiş ülke emekçilerinin payına daha ağır düşen bir aşınmanın yaşandığı anlamına mı geliyor?
- Evet Günay, bu anlama geliyor. Gelişmemiş ülkelerdeki işçi sınıfı, gelişmiş ülkelerdeki işçilere göre katmerli sömürülüyor. Ama bunun karşılığında “katmerli sınıf bilinci” ve “katmerli sınıf savaşımı” diye bir olgu yok ortada. Bu çelişki nereden kaynaklanıyor dersin? Gelişmemiş ülkelerdeki sömürülen insanlar henüz aydınlanmamış, işte bundan! Aydınlanmamış kitlelerde sınıf bilinci gelişebilir mi? Onlar, Tanrı’sından başka kime, neye, nereye sığınabilir?
- Doğan Avcıoğlu’nun, “Bak Ahmet, Türkiye’de halkın çoğunluğu aydınlanmadıkça 40 seçim yapılsa, 40’ında da gerici bir parti kazanır! 40 yıl geçse sonuç değişmez!” dediğini aktarırken, “Ben bu satırları yazarken 2010 yılındaydık. 40 yıl değil, 45 yıl geçmiş!” diye yazıyorsunuz. Yine yaklaşan bir seçim öncesinde düşünceleriniz nelerdir?
- Doğan Avcıoğlu’nun doğru söylediğini düşünüyorum: Aydınlanmamış bir ülkede sonuç değişmeyecek, tutucular iktidarı ele geçirecektir.
- Anılarınızda F tipi cezaevi dayatmasına direnen mahkûm yurttaşlara karşı, dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün sorumluluğunda, neredeyse alaycı bir ad, “Hayata dönüş” adı altında işlenen kıyımın acıları önemli yer tutuyor. Oysa devlet, bu kıyımlarda yitirdiğimiz canları korumakla görevliydi. Açılan davalar hiçbir sonuca ulaşmadı. Bu olaylara ilişkin ne söylersiniz?
- Olaylara ilişkin olarak söyleyeceğim şu: Sorumluluğu bulunan yetkililerin de vicdanı vardır sanırım. Onların da şeref, haysiyet ve namusları, insanlık karşısında merhametli davranmak gibi nitelikleri, buna göre duygu ve davranışları olması gerektiğini düşünüyorum. Nisan ayı ortalarında gazetelerde, kıyımları o zamanki İçişleri Bakanı Tantan ile Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun’un düzenlediği yazıldı. Vahşet, kimsenin yanına kalmaz...
- Fazıl Say, ulusça övünç duyduğumuz, dünya ölçeğinde başarıdan başarıya koşan değerli bir sanatçımız. Alçakgönüllülük gösterseniz de, oğlunuzun üstün yeteneğinin keşfedilmesinde, yetişmesinde emeğiniz var. Fazıl Say, Sivas Kıyımı’nda yitirdiğimiz güzel insanlardan Şair Metin Altıok’un şiirleri üzerine, ayrıca büyük şairimiz Nâzım Hikmet’in yaşamı ve şiirleri üzerine de yapıtlar besteledi. İktidarın Fazıl Say’ın emeği karşısına çıkardığı engeller için düşüncenizi öğrenebilir miyiz?
- Engellemelere hiç şaşmıyorum. Fazıl nasıl görevini yapıyorsa, onlar da görevini yapıyor…
- Türkiye’de müzik yazarlığı, müzik yayıncılığı alanında, ancak bir kurumun altından kalkabileceği yapıtlara imza attınız. Türkiye’de müzik eğitiminin durumu nedir?
- Müzik eğitimini üç alanda değerlendirmek gerekir: Genel müzik eğitimi, amatörler için müzik eğitimi, profesyoneller için müzik eğitimi. Bu üç alan arasında bağlantılar, geçişler olabilir, ancak her biri, ayrı amaçların eğitsel disiplinleridir: Genel müzik eğitimi, okullarımızda uygulanan, çocuklarımızın biraz olsun müzik kültürü edinmesini öngören eğitim alanıdır. Amatör müzik eğitimi, her yaşta insanın “sevgi için” yapmak istediği bir alandır: Dershanelerdeki çalgı eğitimi, korolarda yer almak gibi etkinlikler, bu alanın belirgin özellikleridir. Profesyonel müzik eğitimi ise adı üzerinde, profesyonel müzikçi yetiştirmeyi amaçlar. Konservatuvarların yanı sıra, üniversitelerimizdeki eğitim fakültelerine bağlı “Müzik Öğretmenliği Anabilim Dalları”nda uygulanan öğretim de bu özellikli alanın eğitim yuvalarıdır. Söz konusu üç alanın kendi amaçları doğrultusunda, yurdumuzda hangi ölçüde doyurucu eğitim verdiklerini ölçmek için, başlıca bir uluslararası ölçüt kabul edilen “eğitimin sonuçları”na bakmamız gerekir. Evet, eğitim sonuçlarıyla ölçülür: Eğitim evresinin sonunda birey, kendisine, ailesine, yakın çevresine, topluma ve insanlığa hangi ölçüde yarar getirip katkıda bulunabiliyor? Bu soruyu yurdun sorunları üzerine antenlerini çalıştıran her aydınımız yanıtlayabilir. Belirtilen üç tür eğitim alanında da yaya kaldığımız açıktır. Anımsanacağı üzere, Milli Eğitim Bakanlığı birkaç yıl önce okullardaki müzik ve resim derslerini kaldırmak istemişti. Açıkçası, ulusun “hayat damarları” kesilmek istenmişti. Bugünse üniversitelerin “Müzik Öğretmenliği” bölümlerini bitiren yüzlerce gencimize öğretmen olabilmeleri için kadro verilmiyor. Biz neyi konuşuyoruz burada?
- Mihri Belli, Şevki Akşit, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Şaban Ormanlar, Halit Çelenk, Aziz Nesin, Orhan Kemal, Arif Damar, Ruhi Su, Fikret Otyam, Mahzuni Şerif, İlhan Selçuk, Demir Özlü, Metin Altıok, Behçet Aysan gibi birçok önemli adla ilgili gözlem ve anılara yer veriyorsunuz. Anılan aydınların elbette her biri ayrı kişisel nitelikler, düşünsel özgünlük taşısalar da, tavır, yaklaşım, halkımıza, yurdumuza bakış odağında ortak özellikleri var mıydı, varsa nelerdir, diye sorulacak olsa yanıtınız ne olur?
- O kadar güzel sorular soruyorsun ki, yanıtını da içeriyor. Adı geçen bu yurtsever, yiğit insanların ve daha nicelerinin ortak özellikleri, bireyselliği bütünüyle silip yaşamını insanlığa, halkına adamaktır. Yakından tanıdığım bu insanların çoğu yaşamdan ayrıldı. Bir görev anlayışıyla kitabımda onları kısa da olsa bir de ben tanıtayım istedim. Edebiyat açısından pek sav taşımayan bağımsız birer “portre” yazısıdır onlar hakkında yazdıklarım. Ancak burada, önemli bulduğum bir portreyi atladık: “Dünyanın en cins adamlarından biri” başlığı altında yazdığım Tuluî Sönmez! Yerleşik düzene karşı iflah olmaz muhalif kimliğinin yanı sıra, dost bildiği, ileri ve değerli bulduğu kurum ve kişilere gösterdiği özveriyle aydınlarımızın birçok ortak özelliğini yansıtırdı Tuluî Abisi… Emekliliğinin büyük payını, gereksinimi olanlara vererek yaşar ve bu sayede mutlu olurdu.
- Gerek dergi yayımcılığı sürecinde, gerekse müzik terimleri konusunda öz Türkçeci anlayışa karşı, eleştirel bir yaklaşım içindesiniz. Oysa dil devriminin kazanımlarından yana olduğunuz da biliniyor. Dil ile düşünce ilişkisi bağlamında öz Türkçe konusundaki yaklaşımınızı biraz daha açıklayabilir misiniz?
- Ben “öz Türkçeci” değil, “Türkçeci”yim. Doğaldır ki Türkçeci yaklaşım, dilimizin özleşmesinden, arılaşmasından yana olmak demektir. Öz Türkçecilik ise “uydurmacılık” anlayışına kayabilen bilimdışı bir eğilimdir. Türkçemizi temel sağlamlığıyla koruyacak olan dilbilim kavrayışını hiçe sayan kimi sözde “dil uzmanları” ya da “öz Türkçeciler”, bilgisizce, sorumsuzca birtakım sözcükler türettiler. Şu sözlerimi iyi değerlendirmeni diliyorum sevgili Günay (aynı zamanda sevgili okurlar): Türkçemizin başlıca özelliklerinden biri, “takı dili” olmasıdır. Anadili bir batı dili olan insanların Türkçeyi öğrenirken karşılaştığı güçlükler arasında başta geleni, dilimizin bu “takı dili” özelliğidir. Peki, bizim sözde “dil uzmanları”mız, örneğin Türkçe olmayan “aşk” sözcüğüne karşılık olarak “sevi” sözcüğünü uydurdular da ne oldu? “Âşık” diyemez olduk. Çünkü dilimiz, “âşık”a “Sevici” demeyi gerektiriyordu. Bilindiği gibi, “Sevici”nin dilimizdeki anlamı çok başkadır. Bilgisizliğin sorumsuzca türettiği “uydurmacılık” sonucunda bu tür yüzlerce örnek gösterilebilir.
“Afrodisyas Sanat” bir edebiyat dergisi. Burada edebiyat üzerine konuşurken iyice dikkatliyim. Edebiyatın gereci dildir, sözcüklerdir. Edebiyatçılar olarak Türkçemizin gelişimi yolunda dikkatli davranmalıyız. Yoksa şiir, öykü, roman, deneme vb. yazamayız. Sorumsuzca davranırsak edebiyat gözden düşer, biter. “Türkçemiz” konusu, sözde “dil uzmanları”nın değil, aslında edebiyatçıların sorunudur. Gerçek bir yazar ya da şair, uyduruk sözcüklerin tutmayacağını, kalıcı olmayacağını sezer ve onlardan kaçınmasını bilir. Cemal Süreya bir gün coşkuyla haykırıp “Ben ozan değilim, şairim!” demişti. Evet, ben de “öykücü” değil, “hikâyeci”yim! Türkiye Yazıları’nı çıkarırken bizim evde “Öz Türkçe” ve “Türkçe” sözcükleri o kadar sık konuşulmuştu ki, Fazıl altı yaşındayken bir gün sormuştu:
“Baba, sen Almanca biliyor musun?”
“Evet, biliyorum.”
“Peki öz Almanca?”
- Yaşamınız Türkiye yakın tarihinin milatlarıyla bölümlenmiş gibi. Onca acı yaşandı. Öngörülmesi güç günlere gelindi. Kültürel açıdan bakıldığında Türkiye ve dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor?
- Ben iyimserim. Çünkü iyimser olmak zorundayız. Kötümserlik ya da karamsarlık, işi oluruna bırakmak demektir. Başa geleni ve başa geleceği kabullenmek demektir. Soruna böyle bakınca ileri insanlıktan yana savaşımı yılmadan sürdürmek zorundayız. İnsanlığa güvenmeliyiz. İnsanoğlu “eski”yle yetinmeyip “yeni”yi yaratan değil midir? Sanatın ve sanatçının tanımında “yeniyi yaratmak” yok mudur? Dünyayı ve Türkiye’yi ileri, güzel, mutlu bir gelecek bekliyor. Hiç kuşkumuz olmasın…
- Bu ufuk açıcı söyleşiyi yapmayı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. Esenlikle nice yıllar dileriz, saygılar sunarız.
- Ben de sana teşekkür ederim Günay Güner…
Günay Güner
15 Mayıs 2022, Ankara
(Afrodisyas-Sanat, Sayı: 23, Eylül – Ekim 2010.)