İki yıl önce, yine bu köşede, “Nasıl bir opera yapımı?” başlığıyla dünya, daha doğrusu Avrupa opera yapımlarında gözlemlenen fantezist eğilimler konusunu dile getirmiştim. Aradan çok zaman geçmediğinden, çok farklı bir durumla karşı karşıya olunduğunu söylemek mümkün değil. Lakin yazıda da sözünü ettiğim, rejisörlerin ön plana çıktığı opera yapımlarında gittikçe daha cüretli, cinselliğin ön planda olduğu, olmadığında ise dolaylı olarak atıf yapıldığı yaklaşımların üstün geldiği prodüksiyonlar ağırlıkta. Ve bu durumun ses sanatçılarından bazılarını ciddi biçimde rahatsız etmeğe başladığı uzman medyada sıklıkla gündem konusu.
Sesini yükseltenlerden biri, şimdi artık sahneleri terk etmiş olsa da, büyük bir otorite olan mezzo soprano Teresa Berganza olmuş. “….kendilerine bir isim yapabilmek için artık rejisörler cinsel saplantılarını opera şaheserlerine yansıtıyorlar. Onları hapse atmak gerek,” demiş. Son zamanlarda dünya sahnelerinde çok sayıda yapımda yer alan, aranan Polonya asıllı tenor Piotr Beczala’nın birlikte çalışmak istemediği rejisörlerin bir listesini yaptığı söyleniyor. Jonas Kaufmann daha yumuşak bir şekilde ifade etse de, aynı düşüncede gibi. “Opera’nın yeniden bir entertainment business (eğlence sektörü) haline gelmesi gerek; “eğlence” sözcüğü izleyicinin yüzüne tükürmek için değil, gitmeyi bile düşünmediği bir yere gitmesini sağlamak için, cezbetmek anlamında,” demiş. Ünlü sopranolar Angela Gheorghiu ve Gwyneth Jonas da farklı şeyler söylemiyorlar. Hele Gwyneth Jones “ müziği okumayı bilmeyen ve opera sanatı hakkında bilgisi olmayan rejisörlerin son derece değerli eserleri sömürmelerinden bıktığını” ifade etmiş. Bu isimlere Riccardo Muti gibi yönettiği sayısız operalarla da ünlü olan orkestra şeflerini eklemek mümkün. “Bazen müziğin yönetimiyle, dramatik yönetim tamamen ayrı düşüyor,” diyor.
Kısacası opera dünyasının kafası karışık ve bunun sorumlusunun opera rejisörleri olduğu izlenimi mevcut. Önceki yazımda da belirttiğim gibi, 1970’li yıllarda opera rejisi dünyasına adım atan tiyatro rejisörleri büyük heyecanla karşılanmıştı. Strehler, Chéreau, Lavelli, Ronconi, Kupfer bu kategori arasında yer alıyorlardı. Sonraları genelde tiyatro kökenli rejisörlerin opera sahnelemesine daha çok el atmasıyla, yapımlarda radikal değişikliklere doğru gidilmiş oldu.
Peki kafa karışıklığı ya da sıkıntı, varsa şayet, nerededir? Bu, rejisörün esere kendi yorumunu getirmesi ya da yorum özgürlüğü bakımından kendine sonsuz bir yetki vermesinden kaynaklanıyor olabilir mi? Rejisör yaratıcı mıdır yoksa bestecinin yapıtına yorum mu yapar? Yorumda özgürlüğün sınırı nedir? Operanın konusunu bugüne uyarlamak, seyircinin eser hakkında daha derinlemesine düşünmesini sağlar mı? Bunların hepsi tartışmaya açık konular sanırım. Bestecinin ve/veya libretto yazarının yapıtının özgürce yorumlanması özellikle Almanya’da son yıllarda fazlasıyla kabul görüyor ve gitgide yaygınlaşıyor; bu alanda da küreselleşme gerçekleşiyor gibi. Özgürce yorumlanıyor derken bu ifadeyi açmak için iki örnek vermek yeterli olur sanırım: Paris Operası yapımı olan, Olivier Py’nin sahneye koyduğu ve konunun 19. Yüzyılda Avusturya ile İtalya arasındaki savaş dönemine çekildiği Aida operası.
Ve konunun 1950’li yılların başında bombalanmış Nürnberg’te geçtiği, David Bösch’ün sahneye koyduğu Nürnberg Şarkıcıları.
©Wilfried Hösl
Lakin bu özgürlüğün bazen operaevini veya yapımcıyı yargının önüne getirdiği de oluyor. Paris Bölge Mahkemesinin şimdilerde hemen hemen tüm Avrupa sahnelerinde yapıtları sahnelenen Rus yapımcı Dmitri Çerniakov’un sahneye koyduğu Karmelitlerin Diyaloğu operasının videosunun dağıtımını, besteci Poulenc ve metin yazarı Georges Bernanos’un düşüncelerine aykırı olduğu gerekçesiyle engellemesi bunun en somut örneği, sanırım. Neyse ki yargıya başvurma vakaları çoğunlukta olmasa gerek ki, “serbest” yorumlu yapımlar gittikçe çoğalıyor. Okuduklarımızdan bu serbestliğin sadece sahnelemeyle sınırlı kalmayıp, müzik ve metine de “sarktığı” anlaşılıyor. Brüksel Théâtre de la Monnaie’de sahnelerin sevgili yapımcılarından olan Krzysztof Warlikowski tarafından sahnelenen Cherubini’nin Médée operasında olduğu gibi: Warlikowski eserdeki diyalogları yeniden kaleme almış. Ya da Salzburg’da Christoph Marthaler’in sahneye koyduğu, Figaro’nun Düğünü operasında resitatiflere piyanonun değil farklı çalgı veya cismin ( cam armonika, bira şişesi, gibi) eşlik etmesi gibi. Son bir örnek, zira bunları çoğaltmak mümkün, Calixto Bieito’nun Basel’de 1.5 saate indirgeyerek ve Michel Houllebecq’in şiirleriyle “bezediği” Così fan Tutte. Katalan rejisör Calixto Bieito bu kadarla sınırlı kalmıyor, konuları her zaman için günümüze uyarlıyor bunu yaparken de cinsellik ve çıplaklığı ön plana çekerek, ilginin bu noktalara odaklanmasına adeta özen gösteriyor. Bütün diyaloglarını kestiği Carmen operasının San Fransisco yapımı için eleştirilerde şu sözcükler dikkat çekiyor: tatsız, bayağı, vıcık vıcık, kışkırtıcı, şiddet dolu. Bununla birlikte Bieito’nun tüm Avrupa opera evlerinin en aranan yapımcısı olmaya devam ettiğini söylemek mümkün.
© Alastair Muir Carmen(San Fransisco)
Bu denli kışkırtıcı bir temsilin ardından seyircinin tepkisi ülkeye, bir diğer ifadeyle kültüre göre değişiyor. Almanca konuşan ülkelerde adet olduğu üzere, alkışlamanın yetmediği hallerde, ayaklarla tepinerek, tezahüratta bulunulurken, aynı prodüksiyonun Fransa’da yuhalandığı çok oluyor.
Opera izleyicisinin tiyatro izleyicisine göre daha tutucu olduğu bir gerçek. Seyirci neden yuhalar? Rahatsız olmuştur. Yahut gördüğünü çirkin bulmuştur. Veya anlamamıştır. Aslında sahnede alışık olduğumuzu görmeyi severiz. Ama belki hatırda tutmamız gereken, 15-20 yıl önce gördüğümüzün çoğunun bugüne göre artık “antika” sınıfına girdiği, bugünün cüretli yapımının yarın klasikler arasında yer alacağıdır.
Türkiyemizde böyle bir konu olmadığından, dünya opera sahnelerinde olan biteni izlemeye devam etmeli, eğlenceli oluyor.