Oktay Akbal bir ayrı dünyaydı. Biçemi, içtenliği apayrıydı, benzemezdi. Oktay Akbal’ı da 28 Ağustos 2015’te yitirdik. Bir çınar daha devrildi içimizde.
Oktay Akbal’ın ilk öykü kitabı “ Önce Ekmekler Bozuldu” 1946'da çıkmıştı. Bugüne dek yazarın onlarca öykü, roman, pek çok deneme, gezi, günce kitabı yayınlanmış, bunların hemen hepsi birkaç baskı yapmıştır. Birçok ödüle değer görülmüştü. Örneğin “Suçumuz İnsan Olmak” romanı ile TDK Roman Ödülünü, “Berber Aynası” adlı öykü kitabı ile Sait Faik Öykü Armağanını almıştı. İstanbul Gazeteciler Cemiyetinin Güncel Yazı Ödülünü iki kez kazanmıştır. Pek çok öyküsü yabancı dillere çevrilmiştir. Akbal yazın alanının yanı sıra gazete yazarı olarak da büyük emek verdi. 1956’da “Vatan” gazetesinde başladığı köşeyazarlığını 1969’dan başlayarak Cumhuriyet gazetesinde neredeyse aralıksız sürdürdü. Evet / Hayır ana başlıklı köşesinde sayrılığı ağırlaşana değin yazdı; Cumhuriyet gazetesiyle özdeşleşmişti. Cumhuriyet’in ustalarındandı.
Öykülerine de yansıyan yer yer içe kapanıklık durumu nedensiz değildir. Şöyle yazar bir yerde:
"…Babamın erken ölümü, ekonomik durumumuzun bozulması, annemle kapalı bir yaşam, geçim sıkıntısı beni iç dünyama kapattı. Olaydan çok iç düşünceler, sezgiler, arayışlar, düşler ağır bastı. Ama bunlardan da yalnız kendimi değil, kendime benzeyenleri anlattığımı, her okuyanın bu öyküleri 'kendisi yaşamış' gibi duymasını istedim. Doğallıkla bu, kendiliğinden oldu. Yazmanın, anlatmanın doğal akışı içinde." …"Babamın hastalığı, ölümü, cenaze, sonra o koca evden taşınmamız. Bir düzen böylesine çabuk nasıl değişirdi, anlayamıyorum. Dostlar, çevre, hepsi hepsi değişti. Yalnızdık, yoksulduk! Bir ana, bir oğul..." (Okyat Akbal, Bayraklı Kapı).
Oktay Akbal öykü, yazı yeri kenttir. Akbal kent öykücüsüdür. Birey vardır öykülerinde. Ne ki belirtmek bile gereksiz, asla bireycilik değil. Toplumsal sorunları bireysel, usçu ama bir o kadar da duydu, coşku seli içinde yazar, anlatır. Feridun Andaç’la söyleşisindeki şu sözleri de açıklayıcıdır:
"Her yazar kendi kuşağıyla, sorunlarıyla, acıları, serüvenleriyle ister istemez baş başadır. Ben İstanbul'da, Şehzadebaşı'nda doğdum büyüdüm, ikinci Dünya Savaşı'nda gençliğim geçti. Her an savaşa alınmak, ölümle karşılaşmak tehlikesiyle baş başa. Savaş sonrasında da bunalımlı yıllar yaşandı. Hâlâ da toplum sağlam bir yere yerleşmiş değil. Ben de büyük kentteki bireyin öykülerini yazdım. " (Feridun Andaç, "Bir Öykü Evreni Yazarın Evreninden bir Parçadır", Oktay Akbal ile Söyleşi, Adam Öykü, Sayı 4, Mayıs-Haziran 1996).
Oktay Akbal değişime değil, değişim adı altında sergilenen soysuzluğa, yozlaşmaya, vurgunculuğa karşıdır. Günümüzde kokuşmuşluk durumu alan, neredeyse lağım gibi sokaklardan akan pisliğin hesabını büyük güzelduyusal ustalığıyla sormuştur; halk adına, ulus adına. Aynı söyleşide şöyle belirtir:
"Ben ve Tarık Buğra, Necati Cumalı, Sabahattin Kudret, Tarık Dursun vd. kendimizi toplum gerçeklerinden koparmadık; bu gerçekler içinde çırpınan insanoğlunun serüvenlerini, gündelik yaşantısını iç ve dış derinlikleriyle verdik.” (Andaç, 1996).
İlk anda belli olmasa da siyasal duruşu olan öykülerdir Akbal’ın öyküleri. Ve yine çok bilinen bir söyleyişle gününün, çağının tanığıdır. Örneğin “Önce Ekmekler Bozuldu”nun savaş koşulları, yoksulluk, giderek toplumcu iletisi anımsanmalıdır. "Yazın kurtarır çoğunlukla güncelden kaçanları. Oysa yazın hem günceldir, hem siyasaldır; hem bugündür, hem yarındır. Her şeydir yazın... " (Okyat Akbal, İlkyaz Tutsaklığı, Bayraklı Kapı).
Oktay Akbal’ın öykü evreninde bireysellik ile toplumsallık iç içedir ve çelişkili, çatışmalı değildir. Bu da çok anlaşılır bir olgudur; bireysellik toplumsallık karşıtlığı demek değildir. Bilincin gereğidir.
Başlıca yaşam alanı, tutkuyla sevdiği İstanbul’dur. Yapıtları bir yönüyle de İstanbul güzellemesi sayılsa yeridir.
Dostu Daver Darende şunları yazar Akbal için:
“Çağdaş yazınımızın ustalarından Oktay Akbal’ın sevgi dolu öyküleri, romanları, denemeleri, şiirsel dili, içten anlatımı nasıl unutulur? Okurlarının gönlünde unutulmaz izler bırakan bir yazar, bir düşünür, bir bilgedir Oktay Akbal. Romanları, öyküleri, denemeleri etkileyici imgelerle, ilgi çekici gözlemlerle doludur. İçtendir, kalemi coşkuludur. Dünyaya ve insanlara hep sevecenlikle bakar. Toplumsal olayları yakından izleyen, sorgulayan gerçek bir vakavünisttir. Köklü bilgi birikimi ve yaratıcılığı ile çağdaş yazın yaşamımıza zenginlik kazandırmıştır. O, bir İstanbul beyefendisidir. Yazılarında, öykülerinde hep İstanbul vardır. İstanbul’un geçmişte kalan büyüsünü, eski günlerini hep o bizlere anlatmıştır. ‘Anılar dirilmek için fırsat ararlar. Bir tanesi başkaldırmaya görsün, ardından ötekiler sökün eder’ demişti ‘İstinye Suları’ kitabında anılarını anlatırken.
Oktay Akbal Atatürk’ün kültür devriminin ödünsüz savunucusudur. Onun ‘Çağdaşlaşmanın kaçınılmaz gerekleriydi devrimcilik. Atatürk olmasaydı bugün Türkiye yoktu’ sözlerini unutmak olası mı?
Oktay Akbal’ın insan sevgisi ile dolu koca yüreği, yaşamı boyunca hep yurdu ve halkı için çarptı. Karanlıklara başkaldırırken ruhunda hep sevgi ve özveri vardı. Çağına karşı sorumluluk taşıyan, ülkesinin sorunlarını kendine dert edinen bir yazardı. Goethe’nin ‘Dünyanın en tehlikeli hali cehaletin örgütlü eyleme geçmesidir’ sözünü çok severdi.
Son yazılarının birinde ‘Kurtuluşumuz için tek umut gelecek kuşaklarda demek istiyorum ama geleceğin şimdikini aratacağından korkuyorum’ demişti Atatürk’e sarılmanın zamanı olduğunu vurgulayarak…” (Çağdaş Türk Dili Dergisi, “Oktay Akbal İçin…” Ağustos 2015, S. 330).
Gerçekten de Darende’nin de belirttiği gibi, Atatürkçülüğü açıklamak, gelecek kuşaklara doğru anlatmak Oktay Akbal’ın yaşamının başat amaçlarından biriydi. Bu bağlamda da birçok yapıt yayımladı.
Çok sevdiği Cumhuriyet gazetesindeki 23 Mart 2014 tarihli, “Huzur” başlıklı son yazısında içtenlikle şunları yazar:
“Ne oluyor bana. Deprem mi, yer sarsıntısı mı, dışardan gelen kamyon sesi mi? Ama bir şey var, içimde bombalar patlatıyor. Kurtuluş artıyor. İstanbul’un Kurtuluş’u değil de bambaşka...
Sonunda çareyi buldum. Yazmak, yine yazmak. Okurlara değil kendime. Hep kendimle konuşmayı, dertleşmeyi istemişimdir. Birkaç uzun süren hastalık geçirdim. Biliyorum bir süredir ayakta da durmak zorluğundan odamdan, daha doğrusu koltuğumdan ayrılamıyorum.
Bu benim bugünkü hikâyemin başlangıcı. Bir başlarsın, tutamazsın sonra. Gider gider, gittikçe ilerler. Hani bir başlasam derler ya. Başla, bitirse o olacak. Kime seslendiğini biliyorsa doğru, ya kimseyi ilgilendirmiyorsa sözcüklerinin yan yana gelmesi. Olsun, öyle de olsa bir anlamı vardır. Bu anlam sözcüğü çok şey ifade ediyor. Bir aramakla geçer yaşam derler. Yaşamın kendisi de bir aldatmaca değil mi?
Ben masalları sevmem. Hep iyiye güzele doğru yazılar yazıp içimi dökerim. Olanca içtenlikli aydınlığımla. Bir an ölüm gelmeli dersin. Ama gelmez. Onun da bir sırası mı vardır insana sunduğu. O kadar işte; otur kitabını oku, dışarısını seyret. Bak bir dost geldi durup dururken beni o eskimiş günlere götürdü. Becerdi ama içimde umut diye bir şey varsa, onu da yıktı, çökertti. Niye hep kendin, hep kendi duyarlılığın mı? Sen de benim gibi düşünmüyor musun; bu şubat, ya da mart sabahında pencereyi aç biraz soluk al. Nefes nefese tıkanmaktan sıyır kendini. Bu bir hasta raporu gibi. Gerçekte hepimiz hastayız, ölçüden ölçüye.
Ah şu daktilo önünde bir daha. Yıllar geçmiş sanki, onunla son buluşmamız gibi. Bitir sen şu karmakarışık duyguları, bir huzur bulabilsem…”
Huzur bulabilmiş midir dersiniz. Sanmam, böylesi bir toplumun aydınının huzur bulması çok güç. Ulusu için kaygısı, huzursuzluğu dinecek gibi değil Akbalların.
Oktay Akbal ışıklar içinde yatsın.
Onu çok özleyeceğiz.