Ülkemizin üç yanının deniz oluşu, coğrafyamızı olduğu kadar, kültürümüzü de etkiler, güzelleştirir. Tarih boyunca ırmak boyları, kıyılar uygarlıkların yurdu olmuştur. Ta Heredot’tan, Homeros’tan, Hesiedos’tan bu yana uygarlıklara ilişkin bilgiler, anlarılar, yazılı belgeler bize bu gerçeği anlatır.
Dalgalarıyla, dinginliğiyle, uçsuz bucaksızlığıyla, güneşle, ayla olan birlikteliğiyle, grubuyla, yakamozuyla, barındırdığı bin bir canlısıyla; balığıyla, bitkisiyle rengârenk ve benzersiz bir dünyadır deniz.
O sonsuz çivitsi mavilik tarih boyunca çeker kendine insanı. Ayrı kalanlar özler denizi. Sanki bir yarımız denizdedir. Kıyılarda başlayan uygarlıklar alabildiğine uzanan bu enginliğin ardını, ufkun ötesini bilmek istemişler, bilseme duygusuyla yanıp tutuşmuşlar. Tekneler, kadırgalar, gemiler yapmışlar, cesaretle derin maviliklere açılmışlar. Diğer kıyılara ulaştıkça iyilik için olsun, kötülük için olsun toplumlar yüz yüze gelmeye, ilişki kurmaya başlamışlar. Kötü amaçlı olan gidiş, hiç eskimeyen bir sorunla ilgili: Savaş! Güçlü olanlar sömürecek, kaynaklarını aktaracak, köle edecek yeni yurtlar, topraklar, varsıllıklar, toplumlar elde etmek istemişler. Barışçı amaçlarla genellikle ticaret yapmışlar. Alışverişleri dengede olanlar pek savaşmamışlar. Kültürlerini, teknik, bilimsel, yazınsal birikimlerini birbirine aktarmakta denizyolunun gelişimi önemli rol oynamış.
Bu küçük tarihsel girişle yetinip, denizin şiiri nerelere götürdüğüne bakalım. Şiir de deniz de neredeyse insanlıkla yaşıt. Gılgamış’a, onun yolculuğuna değin götürmek yanlış mı olur. Deniz şiirini, şairlerin atası sayılan Homeros’un büyük destanlarından Odysseia’sıyla başlatsak yeridir. Hatta İlyada da denizle ilgilidir. Agamemnon’un birleşik ordusu, Priamos’un, Hektor’un, Paris’in Troyasına saldırmak için denizden gelmişlerdir. Antik dönem şiiri adeta tuz kokar, iyot kokar. Gemiciler, yelkenler, kürekler, dalgalar, fırtınalar… Deniz, batan gemileri, deryaya gömülen gemicileri de çağrıştırır. Kallimakhos, “Dalgalar savurmuş, kimbilir kimin nesi! / Leontikos buldu ölüsünü kumsalda” diye yazmış. Ve ömrünce denize karşı, bu yitik denizcileri, oğullarını bekleyen acılı analar şiirleşir. Zaten acının doğurmadığı şiirlerin hükmü nereye kadar olabilir ki? Bu acı, kuşkusuz, sevdayı da içerir. Gecenin karanlığında, sevdiğine kavuşmak için karşı kıyıdaki ışığa doğru yüzen, azgın dalgaların derinlere çektiği delikanlı motifi, denizin, büyük suyun olduğu birçok yerde kuşaktan kuşağa aktarılan bir anlatıdır. Çanakkale Boğazı’nda böyledir sözgelimi, Van Gölü’nde böyledir… Belki de bu anlatının en eski örneğidir, Moisaidos’un “Hero ile Leandros”u: “İç çekerek durdu Leandros / ve şu güçlü sözleri söyledi: / ‘Güzel kız, senin sevgin uğruna / sana geleceğim yüzerek azgın dalgalar arasından; / Deniz yüzü gemilere bile geçit vermez olsun isterse, / ak kor yangınıyla tutuşmuş olsun isterse. // …Gittikçe daha çok azıp kuduruyordu deniz; / çıldıran dalgalar / Fırlatıp atıyor, savuruyordu onu. / Ayaklarının gücü kesildi, / Kürek çeker gibi denizi yaran kollarını / kımıldatamaz oldu. / Soluk almak istediği gırtlağına / bol bol su aktı / Ve içti, güçlü denizin sunduğu ölüm içkisini.”
Deniz, dünyanın büyük bölümünü kaplaması gibi, şiirin de büyük bölümünü oluşturur. Şairlerin evrenlerinde her zaman yer etmiştir deniz. Schiller, Walt Whitman, Baudelaire, Mallarme, Rimbaud, Ezra Pound, Kavafis, Valery, Seferis, Ritsos, Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Haşim, Ömer Bedrettin Uşaklı, Ahmet Muhip Dranas, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Orhan Veli Kanık, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, İlhan Berk gibi; dünya ve Türk şiirinin büyükleri deniz izlekli şiirin de seçkin örneklerini vermişlerdir. Çoğu şiirde deniz özgürlük düşüncesiyle birlikte yer alır. Birbirini besler. Bin bir engeline rağmen, insan kendini denizde, gökyüzünde gibi özgür duyumsar. Alabildiğine sınırsız duyar bilincini. Öylesine devasa bir genişlik içinde dünyayla bir başınadır. Baudelaire “İnsan ve Deniz” adlı şiirine şöyle başlar: “Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman; / Deniz aynandır senin, kendini seyredersin / Bakarken, akıp giden dalgaların ardından / Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin.” İnsanın özünü, şiiri, sanatı çağrıştırır deniz.
Paul Valery’nin “Deniz Mezarlığı” şiiri, Arthur Rimbaud’un “Sarhoş Gemi”si dünya yazınının en önemli şiirlerdendir. İşte Sarhoş Gemi’den bir bölüm: “O zaman gömüldüm artık denizin şiirine, / İçim dışım süt beyaz köpükten, yıldızlardan; / Yardığım yeşil maviliğin derinlerine / Bazen bir ölü süzülürdü, dalgın ve hayran.” Deniz, kıyıları ayırır gibi görünse de, aslında birleştirir. Denizin kültürü ortaktır. İklimi olduğu gibi, insanlarını da yumuşak huylu kıldığı söylenir. Her anlamda deniz besler onları. Gıdalarını denizden çıkarırlar, üretirler. Düşünceleri, duyguları denizle ilgilidir, iç içedir. Daha yürümeyi öğrenirken kulaç atmayı öğrenirler. Başka başka ülkelerin kıyıları, aynı denizin kıyılarıdır.
Deniz insansız yapabilir de insan denizsiz yapamaz. Yalnız şiir mi? Ne güzel başyapıtlar yazılmıştır bu konuda. Herman Melville'in Moby Dick adlı görkemli romanı, çok ayrı bir açıdan insan tinine, tutkularına, öfkesine yönelir. Ernest Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz’i, Virginia Woolf’un Deniz Feneri, Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’sü başyapıtlaşmış, klasikleşmiş romanlardan bazılarıdır.
Doğallıkla Türk yazınında da varsıl bir birikim var bu alanda. Yazınımızda ilk psikolojik roman sayılan, Mehmet Rauf’un Eylül’ünde, arka planda da olsa deniz vardır. Reşat Nuri Güntekin’in tek deniz romanı Eski Hastalık’ı unutmamalı. Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) tepeden tırnağa deniz yazarıdır, deniz insanıdır. Yapıtlarının adları bile bunu gösterir: Agata Burina Burinata, Bulamaç, Deniz Gurbetçileri, Ötelerin Çocukları, Turgut Reis, Uluç Reis… Tarihsel olsun, günümüz dünyasıyla ilgili olsun, hep denizi ve deniz insanlarını anlatmıştır. Düşünce yazılarıyla da Anadolu uygarlıklarının ortak felsefesine, insancı kültürüne, Ege ve Akdeniz kıyılarında boy veren bilimin insanlığın gelişimini sağladığı düşüncesine değerli katkılarda bulunmuştur. Zeyyat Selimoğlu bir diğer deniz sevdalısı yazarımızdır. Koca Denizde İki Nokta, Direğin Tepesinde Bir Adam, Denizlerin İstanbul, Gemi Adamları yapıtlarından bazılarıdır. Denizcilerin yaşam mücadelesini, denizin belirlediği ilişkilerini, mutluluklarını, acılarını anlatmaya adamıştı kendisini ve kalemini. Daha çok işlenmeyi, incelenmeyi, çözümlenmeyi hak ediyor. Tarık Dursun K. ise yapıtlarında kıyı insanlarını, ekmeklerini denizden çıkarırlarken yaşadıkları çatışmaları işlemiştir. Romanıyla, öyküsüyle, şiiriyle Sait Faik Abasıyanık, hani, “Yazmasam ölecektim” diye yazar ya, asıl, denizi yazmasa ölecek gibidir. Burgaz Adası’ndan ve çevresinden insan manzaraları, balıkçılar; onların tertemiz, dürüst, alın teriyle kurulmuş namuslu dünyaları, deniz, balıkçı ağları, deniz kuşları, balıklar, doğa; çok kendine has bir yazar olarak eserlerini belirler Sait Faik’in. O’nun tek şiir kitabı olan Şimdi Sevişme Vakti’nde, roman ve öyküleriyle akraba, eşsiz şiirler vardır. İşte masmavi yosun kokan bir bölüm: “Kıyısına tuz ileten rüzgârı / balıkların yüzdüğünü duyarım / Dinlerim yosunların konuştuğunu / midyelerin ağladığını…” Türk öyküsü Sait Faik’in öykülerinden, paltosundan, deyim yerindeyse denizinden, ağlarından çıkar desek yeridir.
Genellikle köyü konu eden romanlarıyla bilinen Kemal Bilbaşar Denizin Çağırışı adlı romanıyla taşradaki yalnızlık izleğini, tutkular ve deniz ekseninde işler. İnce Memed’in usta yazarı Yaşar Kemal’se Al Gözüm Seyreyle Salih ve Deniz Küstü’den sonra Bir Ada Hikâyesi başlığı altında yazdığı dört romanda, tarihsel bir tez içinde, bir adayı ve beraberinde denizi destansı bir dille anlatır: Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana (1997), Karıncanın Su İçtiği (2002), Tanyeri Horozları (2002), Çıplak Deniz Çıplak Ada (2012). Yaşar Kemal bu kez, has biçemiyle denizin ışıltısını, ayrıntısını, savaşın mahvettiği, açlık içindeki insanların denizden yararlanarak kurdukları mutluluk, düşülkesi dünyasını anlatır. Şunu da belirtmeli, Yaşar Kemal’in deniz izleğinde olmayan yapıtlarında bile inceden inceye denizin, dalgaların güzel sesi duyulur; umulmayan bir anda, ansızın okur denizle buluşturulur, adeta soluk aldırılır.
Yahya Kemal Beyatlı modern şiirimizin kurucularındandır. Çok az sayıdaki şiirinin güçlü ve yeni yapısıyla etkili bir dil kurmayı başarırken, İstanbul ve elbette ki deniz, şiirinin temel unsurları olur: “Bir gün deniz ölgündü. Bir oltayla balıkta. / Kuşlar gibi yalnız, yapayalnızdım açıkta. / Şehrin eleminden bir uzak merhaledeydim, / Fânîleri gökten ayıran perdeye değdim. / Rüzgârlara benzer bir uğultuyla sulardan, / Sesler geliyor sandım ilâhî kuğulardan. / Her an daha coşkun, daha yüksek, daha gergin, / Binlerce ağızdan bir ilâhî gibi engin / Sesler denizin ufkunu uçtan uca sardı” Deniz şiirinde böyle yazarken, en tanınan şiirlerinden Sessiz Gemi’de ölümü nasıl da içselleştirir, anlaşılır kılar: “Artık demir almak günü gelmişse zamandan, / Meçhûle giden bir gemi kalkar bu limandan. / Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol; / Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol. / Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli, / Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli. / Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu! / Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu! / Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler; / Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler. / Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden, / Birçok seneler geçti; dönen yok seferinden.”
Modern şiirimizin kurucularından biri de hiç kuşkusuz Ahmet Haşim’dir. Haşim, Fransız şiirini, özellikle sembolistleri ve batı yazınının güzelduyusal temellerini iyi bilir. Kişi olarak toplulukların, akımların dışında olan A. Haşim, ömrünün sonuna kadar da böyle kalır. Kendine özgü bir şiir ve yazı anlayışını Türk yazınına kazandırır. Büyük şairi O Belde ile anmalı mutlaka: “Denizlerden / Esen bu ince hava saçlarınla eğlensin. / Bilsen / Melal-i hasret ü gurbetle ufk-ı şama bakan / Bu gözlerinle, bu hüznünle sen ne dilbersin! / Ne sen, / Ne ben, / Ne de hüsnünde toplanan bu mesa, / Ne de alam-ı fikre bir mersa / Olan bu mai deniz, / Melali anlamayan nesle aşina değiliz…“ Haşim, Şiirde Mâna ve Vuzuh (daha sonra Piyale adlı kitabına Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar olarak girmiştir) başlıklı yazısında ortaya koyduğu, şiire ilişkin düşünceleriyle günümüzde de geçerli olan ilkelerden söz etmiştir. Modernliği kendi şiirine bu düşüncelerini uygulamasından da gelir.
Ahmet Hamdi Tanpınar gelenekle modernin usta bileşimini sağlarken, “Garip” akımının temsilcilerinden Orhan Veli, söz ve imgelem dünyası genişletildiğinde, modernin Türk şiirinde olanakların nereye ulaşabileceğini gösterir. Deniz ile özgür olmak duygusunu onun kadar içtenlikle şiirleştiren çok enderdir. Bu olguyu hemen her şiirinde gözlemek olanaklı. Hangi şiirini okusak deniz, hürriyet, alıp başını gitmek durumu, kurtulmak özlemi… Sözgelimi Denizi Özleyenler İçin müthiştir: “Gemiler geçer rüyalarımda, / Allı pullu gemiler, damların üzerinden; / Ben zavallı, / Ben yıllardır denize hasret, / Bakar bakar ağlarım. // Hatırlarım ilk görüşümü dünyayı, / Bir midye kabuğunun aralığından; / Suların yeşili, göklerin mavisi, / Lâpinaların en harelisi... / Hâlâ tuzlu akar kanım / İstiridyelerin kestiği yerden, // Neydi o deli gibi gidişimiz, / Bembeyaz köpüklerle açıklara! / Köpükler ki fena kalpli değil, / Köpükler ki dudaklara benzer; / Köpükler ki insanlarla / Zinaları ayıp değil. // Gemiler gecer rüyalarımda, / Allı pullu gemiler, damların üzerinden; / Ben zavallı, / Ben yıllardır denize hasret.” Denizi Özleyenler İçin böyle de, diğer şiirleri az mı önemli? Deniz düşüncesi Orhan Veli şiirindeki tutuk söyleyiş karşıtı eğilimi güçlendirir. Belki bu hal onun şiirini okuyanları “ben de yazardım” kanısına bile sürükleyebilir. Oysa bilenler bilir, durum öyle değildir. O. Veli’nin özellikle Fransız şiirinden usta işi çevirileri düşünüldüğünde, sahip olduğu bilgiyi değerlendirerek ulaşmayı başardığı amacın tam da bu özgür şiir dili olduğu rahatlıkla söylenebilir. (Bu bağlamda Denize Doğru adlı düzyazısı ise ayrıca önemlidir.)
Sezai Karakoç kentin getirdiklerini kabullenmez. İstanbul’la kentsel değişimi özdeşleştirir: “Denizin kentini yaktım / Vızıldayıp duran kafamın ortasında / Denizin kentini yaktım / Hurma şırıltılarıyla” der. Sanayileşmenin olumlu yanlarının yanı sıra, yozlaştırıcı etkilerine karşı, modernizme tepki temelinde bir duruş geliştirir Karakoç. Bu tavır ve dayandığı kuramsal yapılanma, Necip Fazıl Kısakürek’ten başlayarak İsmet Özel, Arif Ay, Erdem Beyazıd, Cahit Zarifoğlu gibi şairlerin de başlıca sorunsallarını oluşturur.
Melih Cevdet Anday, şiirimizin kazıbilimcisidir. Antikitedir, tarihtir, yarındır. Bugün geçmiş, geçmiş bugündür onun şiirinde. Zamanlar üst üstedir, yan yanadır. Zaten zaman nedir ki? “Akan zaman, duran zaman”. Zaman diye bir şey var mı? Zaman yaşsız deniz mi yoksa? Onun büyük şiirinde bir andır Teknenin Ölümü: “Bir tekne her zaman düşüncelidir. / Bizimle demirledi gece. / Karaya çıktı tayfalarım uykulu / Pruvamda çok acaip bir yıldız / Konmak istercesine gider gelir, / Suları budanmış bir yolculuğu / Sürdürmek isterdi kendince.”
Günümüz Türk yazınının dayandığı büyük birikimin küçük bir bölümüne, deniz yapıtlarına kuşbakışı bir denemeye giriştik burada. Deniz nasıl sonsuzluk duygusu uyandıracak kadar genişse, deniz üzerine yazılanlar da o kadar geniş. Tümünü ele almak olanaklı mı. Deniz, gizemli sonsuzluk, o kadar çekici bir izlek ki ozanlar, yazarlar ilgisiz kalamamak bir yana, belki de en güzel şiirlerini, öykülerini, romanlarını onun etkisiyle yazmışlar.
Yine deniz yazılıyor, yaşam güzelleniyor. Tersi olanaksız. Yazınımızın bugününde de çok düzeyli yapıtların yazarları var: Mehmet Zaman Saçlıoğlu, Cemil Kavukçu, Nurduran Duman, anamadığımız bir dolu yazar, bir dolu yürek, denizin öyküsünü, şiirini yazıyor, yazacak. Ağırbaşlı, hırçın, dingin, değişken, delişmen, dost, düşman, acımasız…