Anadolu’da 13. yüzyıl, belirli tarih ve toplum koşullarının desteğiyle düşünsel derinliği bulunan bir insancıl hareketin beşiği olmuştur. Bu doğrultuda, Avrupa’daki Rönesans aydınlanmasından iki yüzyıl önce, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî ve Hâce Bektaş Velî, özünde hümanist kavrayışı içeren tasavvuf felsefesinin öğretici önderleri olmuşlardır.
Mevlânâ’nın babası Bahaeddin Sultan Veled, Türkistan’dan ailesi ve müritleriyle birlikte Anadolu’ya geçmiş, 1228 yılında Konya’ya yerleşmiştir. Babasının ölümü üzerine onun yerine geçen Mevlâna, tasavvuf eğitimi gören bir mutasavvıf olarak çevresindeki insanları aydınlatmayı amaçlamıştır. Mevlânâ, bir tarikat kurucusu olmaktan çok, bir “öğretici” gibi davranmıştır. Bu yönüyle Doğu-İslam kültürünün en derinlikli düşünür ve şairlerinden biridir. Irk ve din ayrımı gözetmeksizin bütün insanlığa seslenen, kardeşliği, hoşgörüyü, iyiliği öğütleyen Mevlânâ, aşkı yüce bir değer sayan düşünceleriyle yalnızca Anadolu kültürünü değil, bütün doğu kültürlerini etkilemiştir. Eserleri. Dîvan, gazel ve rübaîlerden oluşmuştur. En ünlüsü, yirmi beş bin altı yüz onsekiz beyiti kapsayan “Mesnevî”dir. Birçok dile çevrilen “Mesnevî”, Mevlânâ’nın tasavvuf düşüncesini açıklayan bir eserdir.
Dinsel müziğimizin “tasavvuf müziği” alanında değerli bir yeri bulunan, müziğe ve raksa önem veren Mevlevîlik, “Semâ” denen dinsel dansı, belli bir toplumsal âdâb ve erkândan oluşan derinlikli bir kavrayışla geliştirmiştir.
Mevlevîlerde semâ için çeşitli makâmlardan bestelenmiş olan ve Mevlânâ’nın şiirlerinden seçilmiş bulunan ilâhilere “Âyin”, bunları meşk edip okuyanlara “Âyinhan”, şeyhin önünde yüksek bir mahfelde bulunan musikî topluluğuna “Mutrîb”, bu yere “Mutrîb-hâne”, ney üfleyenlerin başındaki müzikçiye “Neyzenbaşı” ya da “Sernâyî”, usûlü kudümle belirleyene “Kudümzenbaşı” denmiştir. Semâ, Mevlevî geleneğinde gelişerek ulvi ve ilâhî son merhalesine ulaşmıştır.
Mevlevî müziğinde en geniş form, “Âyîn-i şerîf”dir. Çalgı müziğini, ses müziğini ve dansı içeren bu müzik, “Semâ”nın eşliği olarak seslendiriliyordu.