Kayaş’taki büyük meyve bahçemiz Kızılcaköy’e bakardı.
Köyün girişinde sağda, yalçın bir tepe, O tepenin üzerinde de 15-20 metre boyunda iki
“ürkünç” sivri kaya dururdu. Onlara “Şeytan Kayaları” denirdi.
Çocukluğum o kayalar üstüne “uydurulan” onlarca masalı Ve efsâneyi dinlemekle geçti…
“Korkulu Efsâneler”di çoğu.
Hele “Dolunay” olduğunda o kayaların canlandığı ve “Bebeleri yiyen Kurtlara” dönüştüğü hikâyesi…
Canım Annem de “Şeytan Kayası” üstüne masallar anlatırdı.
TV yoktu; “Kurt Adam”lar da yoktu…
Herkes gece-gündüz adam gibi adamdı...
Ama masal ustası, ağzından ballar akan Annem başlardı anlatmaya:
-“Bir varmııııışşşş, bir yokmuuuuşşşş…
Deve tellâl, pire berberiken...”
Daha Develer katledilmemişti o vakitler...
Sidikleri de içilmiyordu...
Araplara da imrenilmiyordu; Türk olmak gururdu...
Tekerleme uzardı ve biz çok gülerdik.
Ama…
Bu prolog bir an önce bitsin isterdik kardeşim ve ben.
“Memleketin birinde.. Pâdişâhın şımarık oğlu, nehirde yıkanırken Su Perisi ona âşık olmuş.
Ama o peri, oğlan insan...
Biçâre kız Şeytana yalvarmış ve insana dönmek istemiş...
Şeytan, ‘oğlan seni aldatırsa ya sen ya da o öleceksiniz; kabûl mü?' demiş.
Kabul etmiş çâresiz.
Oğlan bunu görünce ânında âşık olmuş.
Şehzâdeyle düğün-dernek evlenmişler.
Ama çocukları olmayınca Pâdişâhın emriyle, Şehzâde başka bir câriye almak zorunda kalmış...
Eyvah!...
Peri Kızı şeytanla pazarlığını Oğlana anlatmış ve ölmek istemiş…
Ama âşık Şehzâde daha önce davranmış ve ölmüş. Şeytan da onu bir ‘Kaya’ya çevirmiş.
Kız da nehre dönmüş, tekrar Su Perisi olmuş
Ve O kayaya uzaktan bakan bir “Kavak” ağacına su olarak yürümüş ve onda yaşamaya başlamış.
O yüzden, Her rüzgâr estiğinde o kavağın yaprakları hışırdar, dile gelir, bir türkü çığırırmış…
“Kayalar yarılmasın
Söylen, yar darılmasın,
Darılırsa darılsın,
Ellere sarılmasın…” diye…
Çok etkilenirdim.
Ben doğunca Dayılarım bahçemizin su arkı kıyısına 40 tane kavak fidanı dikmişler.
Uzun, heybetli ve çok güzeldiler.
10 yaşıma geldiğimde sayıları 20'ye düşmüştü...
Onları gizli, gizli okşardım içindeki “Su Perisi” sevinsin diye…
Kızılcaköy girişindeki Şeytan Kayası yerinde duruyor mu bilmem ama kavaklar çoktaan yağmalandı…
Veeeee...
Aradan yıllar geçti ben enlemesine bir kavak oldum.
İçim dışım müzik; özellikle de Klasik Batı Müziği…
Ne kadar besteci, ne kadar eser varsa peşindeyim…
60'ları başı;
Tek kaynağım “Erdal Öz” ve onun Büyük Sinema içindeki Sergi Kitapçı Dükkanı…
Param yeterse plâk alıyorum, yetmezse o dinletiyor bana.
Ve bir gün; hiç dinlemediğim, Antonín DVOŘÁK’ı dinletti.
“9. Symphonie - Aus der neuen Welt"
“Yeni Dünyâdan”…
Lise 2.sınıfta olmalıyım…
DVOŘÁK sevdâlısı oldum.
Nerde, nasıl olduğunu şimdi tam kestiremiyorum; bir Operası’nı dinledim…
Adı “RUSALKA”YDI… “SU PERİSİ” Rasulka!...
Aklımı oynattım. Dünyâ ne kadar küçük diye...
Biliyordum "Masallar"ın, şarkıların, fıkraların asla sınır tanımadığını ama bu kadarına da pes!...
Çekoslavakya nireee, Angara nire?
Şaşkındım...
Sebebi Operanın “Librettosu”
Şöyle;
“Su Perisi Rusalka, bir Prense âşık olur.
Göle her girdiğinde Prensi sarar ama oğlan anlamaz.
Sudan büyük haz aldığını zanneder...
Aşık kız ise insan olup sevdiğine kavuşmak ister.
Büyücü Jezibaba’ya yalvarır; beni insan yap diye.
Büyücü kabûl eder ama iki şartı vardır.
‘Dilsiz-ahraz bir kız olacak ve Prens de onu aldatırsa ölecektir!...’
O kadar sever ki; kabûl eder ve fıstık gibi bir kız olur.
Prens de onu ormanda görünce çılgına döner.
Evlenirler; dili olmasa da aşkı efsânedir Rusalka’nın…
Ammmaaaa…
Erkek milleti işte;
Prens eski manitasıyla bir güzel sevişir.
Jezibaba da derhal duruma el koyar.
Prens ölür kız da yallah göle…”
RUSALKA’nın çok değişik versiyonlarını dinledim yıllarca
Ama ne yazık ki sahnede canlı seyredemedim.
Umarım Murat Karahan bir ara el atar bu güzelliğe…
Bizim seyirci de bir güzel ağlar seyrederken.
Bu sabahın dehâsı DVOŘÁK’tı
ve onun RUSALKA’sının
Çok sevdiğim “ AY’A ŞARKI-YAKARIŞ” parçası…
“Bir yaz gecesi AY’a sevgilim nerede diye sorar”
Her seferinde içimi titreten bu Arya’nın sözlerini çalakalem çevirdim.
Şimdi DVOŘÁK’ın “YENİ DÜNYÂDAN”ını dinleme ve kahvemi yudumlayarak kitap okuma vakti.
Hep merâk etmişimdir;
DVOŘÁK şimdiki saldırgan “Yeni Dünyâ”nın
Ne haltlar ettiğini görseydi neler bestelerdi diye…
“JEZIBABA-USA'DA” Operası…
Üç Perde, İki Korniş!...
Utanırdı,
Vesselâm…
"SONG TO THE MOON"
Moon, high and deep in the sky
Your light sees far,
You travel around the wide world,
and see into people's homes.
Moon, stand still a while
and tell me where is my dear.
Tell him, silvery moon,
that I am embracing him.
For at least momentarily
let him recall of dreaming of me.
Illuminate him far away,
and tell him, tell him who is waiting for him!
If his human soul is, in fact, dreaming of me,
may the memory awaken him!
Moonlight, don't disappear, disappear!
Bu da çalakalem meâlim:
“AY’A ŞARKI-YAKARIŞ”
Ay, çok yüksekte ve derin semâdasın
Uzaktan uzağa ışığın parıldasın
Dolaşır durursun dünyânın çevresinde
Görürsün insanları kendi evlerinde…
Ay, dur biraz; ne olur, bekle
Söyle bana sevdiğim nerede
Gümüş ay söyle ona
Gelsin artık kollarıma
Bir kez olsun hiç değilse
Benim aşkımı hayâl edebilse
Haydi onu uzaktan aydınlat
Söyle, söyle ona beklediğimi anlat
Bir parça olsun kaldıysa insan rûhu,
Anılarım bölecektir onun uykusunu!...
Ayışığı, gitme, istemem kaybolduğunu…
SEDAT ÖRSEL
14 Ocak 2020, Ankara