-“Yâhû Sedat!... Ben CORNELIUS, ciddi mi Gülibik’in yasaklandığı?”
-“Evet!... Dün akşam geldi denetim raporu...”
-“Ne diyor?”
-“Ürgüp’te çekim yapılan köyde bir çeşme vardı ya, meydanda.
O çeşmede çamaşır yıkayan köylü kadınlar, çok gerideki ilkokulun bahçesinde bayrak töreni yapan kara önlüklü-beyaz yakalı öğrenciler İstiklâl Marşımızı söylerken hep birlikte ayağa kalkmamışlar ve çamaşır yıkamaya devam etmişler... Üzerinde şehitlerimizin kanı...”
-“İnanmıyorum!...”
Yalnızca KORNİ (Cornelius BISCHOFF) değil, sen de ben de inanamamıştık Koca Çerkez...
"Çamaşır tokaçlayan köylü kadınlar, çekimde de görüldüğü gibi taa uzaktaki tören için ayağa kalkmadıkları için!"
Kimse dinlemedi îtirâzlarımızı; o sahneyi çıkarmamız da kabûl edilmedi...
GÜLİBİK YASAKKLANDI, FİLME EL KONULDU...
Oysa, daha iki yıl önce;
Can Dostum Erdal ÖZ’ün bastığı kitabını masamın üzerine atıp,
-“Aha Patron, sana kapı gibi bir Ortak Yapım konusu” demiştin.”
12 Eylül’ün Program Müdürlüğü’nden alıp, uslu durmam şartıyla, tıkdığı küçük bir odamın kapısında “Dış Yapımlar Müdürü” yazıyordu ama bir yıldır hiçbir dış yapımı kabûl ettirememiştim. Onlarca projem dönmüştü.
Ve sen önümde kocaman bir kapı açıyordun.
Bunalmıştım; can simidim olmuştun...
Bütün projelerim bir bahâneyle dönmüştü.
Siyâsi bir kulp takılıyordu her birine...
Ama bu seferki mâsûm-sevecen bir “Çocuk” filmi ve “Türk-Alman” Ortak yapımı olacaktı...
Yönetmen de Alman Jurgen HAASE Dostumuz...
-“Sedat, senaryoyu Korni, Jurgen, ben birlikte yazıyoruz...”
-“İyi olur, sonuçta Almanya ve diğer ülkelerde de gösterilecek..”
Öyle heyecanlıydın ki; deli gibi koşturuyordun.
-“Sedat, Zülfü de geliyor, müzikleri o yapacak...”
Geldi can Dostum Zülfü (LİVANELİ), kardeşi Ferhat’la birlikte, kolları sıvadılar ve o güzel müzikleri yaptılar...
Senaryo tamamlandı, tüm ön hazırlıklar bitti.
Sıra geldi deveye hendek atlatmaya...
Genel Müdür E.General Mâcit AKMAN odasında yaptığım “renkli” sunumu çok beğendi ve
onun onayı ile, Yönetim Kurulu’na çağırıldım.
-“Nedir?” dediler.
İfâde-i meramım:
“Efendim; Gülibik, bir çocuk hikâyesidir. Bir horozun ve ismini bu horozdan alan bir öykünün adıdır.
‘Tahtadan atları, kurşundan askerleri, lastikten topları, plastikten arabaları, kısacası parayla satın alınabilen hiçbir oyuncağı olmamış yoksul bir çocuğun öyküsüdür.
Gülibik adını verdiği bir horozu onun tek dostu ve oyuncağı olmuştur vs.vs.”
Beğenildi;
-“Çeto, kabûl ettiler!”
Kapı önünde heyecanla boynuma sarıldın!...
-“Patron çok ses getirecek bu film!”
Kar yağarken, sarı kaplumbağana binip kafa çekmeye gittik.
Sonra, Korni, Yönetmen Jurgen HAASE, sen ve ben bizim evde, Kurum’daki odamda günler boyunca tartışarak, kızarak, gülerek, hukuk savaşları vererek (!) ilk Ortak Yapım metni olacak “TRT-ZDF-PROVOBIS FILM” Sözleşmesini hazırladık.
Onaylandı üst makamlar, hukukçular tarafından...
Biz nakit para koymadık, tüm malzeme, post production ve ekip de onlara yüklendi.
Tüm bu çalışmalar sırasında, Hamburg’a her gidişimde, Korni ve Jurgen büyük coşkuyla Havaalanında karşıladılar beni...
Karşılıklı hazırlıklar nihâyet tamamlandı.
Alman çekim ekipleri geldi ve film Ürgüp’te senin Jurgen’le birlikte bulduğunuz köyde çekildi...
Can Dostum Ecder AKIŞIK ve Nurşim DEMİR’le başrolde çocuk oyuncu Murat GÜLER...
Renkli, 35 mm...
Montaj ve diğer post-production işlemleri Hamburg’da yapıldı, sen kaç kez gidip, o çalışmalara bizzat katıldın.
Ve bitmiş film geldi; seyrettik, güzel olmuştu...
Denetim’e girdi...
Girmesiyle, çıkması bir oldu...
(YAYINLANMAZ!)
Ve anladık ki “Karar” çoook önceden verilmişti:
Ve bir tâyin furyası yaşandı o sıralar.
101 can başka devlet kurumlarına sürüldü.
Seni Âfet İşleri Genel Müdürlüğü’ne tâyin ettiler.
Bu işlerin başında da bir Albay ve onun sivil yağdanlıkları.
O Albay’ın sanki şahsî kini vardı sana.
O “şey” her kimse, Genel Müdür Paşa olduğu halde ona söz geçiremiyordu.
Kendi imzâsı ile yapılan bu ilk Ortak-Yapım filme sansür uygulayan o “şey” den çok çekiniyordu.
Koridorda beni “sürülenleri himâye etmekle” suçladı...
“HOROZLANDI” sırıta, sırıta:
-“Senin de sıran geliyor!... Hakkâri hem de!” dedi.
Soğukkanlı olmaya çalışarak;
-“Önemli değil, daha önce de Hakkâri Radyosu Müdürü oldum...”
-"Yok yaaaa!... Doğru mu?"
-“Elbette, hem de iki kez!”
Şaşırdı...
-“Hiç tanıdınız mı Çetin ÖNER’i” dedim.
-“Nesini tanıyacağım?... Görmedim ki hiç.”
-“Keşke tanısaydınız, deryâ-deniz bir adamdır.”
-“Yaa!..”
-“Evet, sevgi ve kültür küpü, Türkiye sevdâlısıdır...”
Umurunda bile değildi...
Ve Film de kayboldu; nereye götürdülerse...
“GÜLİBİK” Türkiye’de yasaklandı ve uyanık Jurgen boş durmadı.
Onun için büyük bir “REKLÂM VESİLESİ” oldu bu millî sansür.
Öyle iyi kullandı ki bu reklâm imkânını.
Kontroldan çıktı; biz de yasak olan bir filmi geri isteyemedik; teşebbüs bile ettirmediler.
O denetçi ve o albay filmi yasaklayarak ülkeye büyük bir hizmet yapmış oldular!...
Biz devre dışı kaldık ama Alman Jurgen HAASE, aldı yürüdü...
Filmi gezdirmediği yer kalmadı...
“TÜRKİYE’DE SANSÜRLENEN ŞÂHESER!”...
Film;
1984 - Film Uluslararası Berlin Film Festivalinde C.İ.F.E.J. ödülünü kazandı.
ABD, Yugoslavya ve İspanya'da "En İyi Çocuk Filmi ",
İtalya'da Padua Üniversitesi "En İyi Çeviri "ödüllerini aldı.
Bir çok ülkede gösterime sunuldu.
Almanca konuşulan bütün ülkelerde okuma kitabı olarak okullara tavsiye edildi.
1993 - Kültür Bakanlığı ve Verlag An Der Ruhr yayınevince prestij kitabı olarak Türkçe ve Almanca olarak çift dilde yeniden basıldı.
ÇETİN’im,
Seni ve 101 arkadaşımızı, muhtelif yerlere sürdüler...
“Göreve iâde” için mahkeme kararları olmasına rağmen hiçbirinizi almadılar Kurum’a.
Tam 10 yıl sonra ben TV Dâire Başkanı olunca binbir güçlük ve ricâlar sonucu geri alabildim hepinizi...
O zamanki Genel Müdür de, Mahkeme kararlarını imzalamadı.
Ve kendisini kurtaracak bir formül buldu!...
Genel Müdür Yardımcısı Vekili olduğum için bana kararları uygulama “YETKİSİ” verdi!...
Kararları çığlıklar atarak imzaladığımda sen de odamdaydın.
Daha önce çeşitli gerekçelerle sağa-sola sürülen diğer Yapımcı-Yönetmen-Mühendis dostlarım seninle birlikte geri geldiler.
Ne güzel bir gündü; sen yine aramızdaydın...
Bir de Zeko’nun (Zekeriye KABADAYI) o bilge, o candan gülümseyişini unutamam...
İMDİİİ:
İbret faslı, biiiir:
Yıllar sonra TRT-INT’i kurmak için gittiğim Hamburg Tren Garı’nda beni bu kez yalnızca
Can Dostum Korni karşılıyordu; Jurgen HAASE yoktu!...
-“Jurgen neden gelmedi Korni?”
-“İşi vardı...”
HAASE Almanca “TAVŞAN” demek; tavşan gibi senden kaçıyor diyemedi tabiî...
-“Ne işiymiş o?”
-“Yâhû, karısı ‘kötü bir oyunda oynuyor’, galası var bu akşam”
-“Nasıl kötü bir oyun?”
-“Yanlış söyledim yâhû; ‘bir oyunda kötü oynuyor’...”
Güldük...
Akşam onun Hamburg yakınında, orman içindeki evinde Karen’in hazırladığı muhteşem yemeklerle rakılarken seni ve Gülibik serüvenini andık bol bol...
-“Özledim deli Çerkez’i, şerefine Çetin, yâhû” dedi Korni...
Şimdi toprağa döndüğün haberini alınca yıkılacak; zâten çok yaşlı ve hasta artık o büyük Türk...
Yaşar Âbi’nin (KEMÂL) deyimiyle;
“Türk’ün Alman’ı, Alman’ın Türk’ü Cornelius BISCHOFF...”
İbret faslı, ikiiii:
Jurgen halâ yok ortalıkta...
Gülibik’i sansürleyenler de...
İsimlerini bile hatırlamıyorum o Türkiye dostu görünümlü uygarlık “düşmanlar”ının...
Ülkeye verdikleri zarârı hatırlıyorum bir tek...
Düşmanca...
Şöyle anlatırsın sen “DÜŞMAN”ı Gülibik’te:
“Düşman ne demek?
Babam bir süre düşündükten sonra:
Düşman, tembel, ama obur bir hayvandır, dedi.
Kendi çıkarları için hiç gereği yokken öteki canlılara zarar verir.
Tembeldir, ama sofradan en büyük payı da o alır.
Öyleyse, filler bizim düşmanımızdır, dedim.
Çünkü, onlar hem tembel hem de oburdurlar.
Hiç de değil. Filler çalışkan hayvanlardır, diye karşılık verdi babam.
Sonra da bir süre düşünüp
“Ama içlerinde tembelleri de olmaz değil,” diye bitirdi konuşmasını.
Bir süre konuşmadan yürüdük.
Yıllar sonra bir târih dersinde:
‘Tembel ve obur Yunanlılar düşmanımız, çalışkan ve yoksul Yunanlılar dostumuzdur,’ demiştim.
Tarih öğretmenimiz bir süre düşünmüş, bir şeyler söylemek istemiş, tam ağzını açacakken, paydos zili çalmıştı.”
ÇETİN’im; yarım asırlık Can Dostum...
Neler yaşadık birlikte; beni hep korudun, kolladın...
Ben de elimden geldiğince seni...
Ama bana kazandırdığın güzellikleri unutamam.
Bir Kosova kasabasında Çetin ÖNER’in dostu diye beni bağrına basan Arnavut aydınları da...
Sen de 73 yıl içinde, o târih öğretmeni gibi, insanlara, Türkiye’ye hep “BİR ŞEYLER SÖYLEMEK İSTEDİN...”
Çok şeyler söyledin, çok daha güzel şeyler söyleyecektin.
Ama işte o kaçınılmaz, lânet olası “PAYDOS ZİLİ ERKEN ÇALDI”...
Bugün dönüyorsun toprağa Koca Çerkez.
-“Hadi eyvallah Patron!” der gibi kulağımda, o gevrek sesin.
Bütün gece seni ve paylaştığımız acı tatlı anıları düşündüm.
Tuğla, tuğla döküldüm...
Acım büyük, tesellim ise hiç yok,
Şükran sana Koca Çerkez'im,
Kederlerdeyim,
Vesselâm.
Hâmiş:
Sevgili Dostlarım lütfen
“BAŞIN SAĞOLSUN” demeyiniz,
zîrâ
“BAŞIM DA, BEDENİM DE, RÛHUM DA HİÇ SAĞ DEĞİL BU ARALAR”...