Bu yıl da 30 Nisan’da, pandeminin endişe verici gölgesi, kimi zaman korkutucu kıskacı ve en önemlisi öngörülemeyen dönüştürücü etkisi altında ikinci kez Dünya Caz Günü kutlandı. Geçen ay bu köşede popüler müziğin önemini ve ‘ciddiyetini’ ele alırken, doğal ve zorunlu olarak, popüler olgusunun kendisine mesken edindiği 20.yüzyılın karmaşık ve hızlı değişimlerle dolu yapısına ve başı ile sonunun -müziğin temsil edilmesi ve alımlanması bakımından da- birbirinden ne kadar farklı olduğuna değinmiştik. Caz da ortaya çıkıp yaygınlık kazanmaya başladığı 20. yüzyıl başından sonuna dek hem bizatihi müziğe içkin yapısal dönüşümleri hem (önce A.B.D.’yi ardından dünyadaki farklı kentleri kapsayan) sosyo-mekânsal serüveniyle, insanlık tarihinin -bize en yakın- bir tam yüzyılına tanıklık etmiş ve o yüzyılı en iyi anlatan müzik türlerinin başında geliyor.
20. YÜZYILDA CAZI KONUMLANDIRMAK:
CİDDİ MÜZİK Mİ, POPÜLER MÜZİK Mİ?
Caz müziğin toplumsal açıdan öneminin araştırılmaya başlanmasına, geçtiğimiz yüzyılın ortalarına doğru, aslında müzik sosyolojisi alanının da en önemli kurucu ismi Theodor W. Adorno’nun çalışmalarında rastlıyoruz. Adorno, o dönemde Marksist gelenekten ve Freud’un yaklaşımlarından beslenen mensubu olduğu Frankfurt Okulu çevresinde, egemen olanın sanat alanını ve sanat düşüncesini nasıl şekillendirdiğiyle ilgileniyordu. Bunu yaparken Wagner’den Schönberg’e, Hindemith’ten Stravinsky’e farklı besteciler ve eserleri üzerinden kavramsal tartışmalar kaleme alıp, müziğin nasıl mevcut düzenin onayıcısı ya da direnç noktası olabileceğini sorguluyordu. Her bir unsurun, bütünün biricikliği ve özgünlüğü için gerekli, kaldırılamaz ya da yer değiştiremez olduğu, karmaşık yapıda ve estetik kaygılarla üretilmiş, muhtelif değerlerle bezeli “ciddi müzik” ile, bunun tam tersi özelliklerle donanmış, yani dikkat kesilmeden takip edilen kısa ve basit formlar, tanıdık ögelerin kullanımı, kolay alımlanabilirlik gibi bir dizi özellikle tanımlanan “popüler müzik” kategorileri, Adorno’nun müzik sosyolojisi literatürüne hala en çok referans verilen, aynı zamanda fazla-deterministik yönleri eleştirilen önemli katkıları arasında sayılır. Benzer bir durum onun, içlerinde “caz uzmanı” ve caz hayranı/fanı” bulunan dinleyici tipleri için de geçerlidir. Cazı hafif ya da popüler müzik kategorisi altında değerlendiren Adorno, konuyla ilgili erken bir eskiz olan ‘Caz Üzerine’ başlıklı makalesinin 1936’ta yayımlanmasından bir süre sonra Amerika’ya gittiğinde, Schönberg ile ‘atonal müziğin’ sınırları ve toplumsal açılımlarını tartıştığı bir ortamdan koparak, İkinci Dünya Savaşı’nın travmalarından toparlanma kaygıları eşliğinde, swing başta olmak üzere, ‘dans’, ‘boş zaman’ ve ‘eğlence’ anahtar sözcükleriyle imlenmiş, kentin farklı mekânlarında açıkça müzik tüketimine yönelik bir caz ortamı ile karşılaşmıştı. Burada ayrıca, cazın kültür endüstrilerince, özellikle radyo ve plak şirketlerinin çabalarıyla, manipülasyona açık ve kapitalist üretim çarkında yer alan dinleyicilere pazarlandığını gözlemlemişti. Bu bakımdan Adorno için cazın neden popüler müzik kategorisinde yer aldığını anlamak güç değil. Ancak yüzyılın ortalarından itibaren, dans ve eğlenceyle ilişkilendirilmiş swing cazın antidotu işlevini üstlenen, hızlı akort değişimleri, enstrümana hakimiyet ve doğaçlama yeteneğini ön plana alan bebop cazın gelişiminin ardından bu tür, hızla ‘ciddi’ müzik alanına doğru bir geçiş tecrübe etmeye başlar. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren de cool caz ile beraber, daha sakin ve sanatsal kaygılarla bezeli dönemi başlayarak bu durum süreklilik kazanır.
Cazın, blues ve ragtime’dan köklerini alıp 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında Afrika kökenli Amerikan topluluklarında, New Orleans, Louisiana başta olmak üzere A.B.D.’nin Güney eyaletlerinde (bu açıdan sıklıkla kölelik ve pamuk tarlalarındaki zorlu çalışma koşulları ile anılır) ortaya çıktığı hemen hemen tüm caz tarihi kitaplarında belirtilir. Önce Dixiland big band tarzı, ardından Chicago tarzı, şık caz kulüplerinin popülerlik kazanması, ‘beyazların’ da giderek orkestralarda yer alması, yukarıda kısaca değindiğimiz yapısal değişimlerine ilaveten yüzyılın son çeyreğinin niteliklerine uygun olarak, Latin-jazz ya da fusion jazz gibi melez ve senkretik tarzlarıyla, caz kuşkusuz derinlikli analizleri hak eden zengin ve heyecan verici bir müzik türü. Cazın bu sosyo-müzikal yolculuğuna tanıklık etmenin mümkün olduğu Joachim-Ernst Berendt’in “The Jazz Book: From Ragtime to the 21st Century” kitabında [Neşe Ozan’ın çevirisiyle 2003 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan çıkıp Türkçe’ye kazandırılmıştı] caz müzik, ayrımcılığı, burjuva ahlakının klişelerini, bireyselliğin yok oluşunu, farklı olanın reddini ve dışlanmasını protesto eden bir duruşun müziği olarak da ele alınmaktadır. Benzer biçimde, başlangıcından beri barındırdığı yedili akorlar ile armonide ‘uyuşumsuzluğun’ tercihinin tam da çağının karakterini yansıtır nitelikte olduğunun altı çizilir. Cazın, Blues müzik ile olan organik bağını, caz müzisyenlerinin birer toplumsal figür olarak önemini ve cazın nasıl “kentli” bir müzik olduğunu -kentin çeperlerinden merkeze hareketini- önemseyen iki önemli çalışma Charles Keil’ın “Urban Blues” ve Howard Becker’in “Outsiders” kitaplarını da muhakkak anmak gerekir.
21. YÜZYIL VE DÜNYA CAZ GÜNÜ
Cazın bir ciddi müzik türü olarak anılmasıyla birlikte sanatsal ve kültürel açılımlarının da derinliğinin fark edilmesi, 1960’lardan günümüze değin artan bir şekilde ona dünya çapında görünürlük, saygınlık ve bu doğrultuda bir tanınırlık kazandırma hedefleriyle birleşti. Sonuç ne mutlu ki uluslararası ölçekte zengin bir kültür sanat sahnesinin doğuşu oldu. Bu doğrultuda, caz severlerin yakından tanıdığı ve pek çokları tarafından efsanevi piyanist olarak anılan Herbie Hancock’un, “The Thelonious Monk Institute of Jazz” ile iş birliği içinde altyapısını hazırladığı 30 Nisan günü, 2012 yılından beri zengin etkinliklerle Dünya Caz Günü olarak kutlanmakta. Bahsi geçen enstitü, başta ‘Round Midnight’ ve ‘Blue Monk’ olmak üzere onlarca parçayla caz repertuvarına en zengin katkıyı sunmuş müzisyenler arasında (birinci sırada yer alan Duke Ellington’dan sonra) ikinci sırada yer alan, en çok yorumlanmış ve yeniden kaydedilmiş caz standardı haline gelmiş besteleriyle Thelonious Monk’un adına, sanatçının oğlu ve çevresindeki müzisyenlerle 1986’da kurulmuştu. 2019’dan beri ise, kuruluşundan beri enstitünün yönetim kurulunda çalışan ve UNESCO iyi niyet elçisi olan müzisyenle anılıyor; “Herbie Hancock Institute of Jazz”.
Yaklaşık iki yüz ülkenin eş zamanlı katılımıyla gerçekleşen Dünya Caz Günü’nde tam anlamıyla dünyanın dört bir yanında gerçekleşen konser ve etkinliklerin takip edilebileceği bir de internet sitesi bulunuyor: jazzday.com
Her yıl farklı bir şehrin ev sahipliği yapması tasarlanmış Dünya Caz Günü kutlamalarının ikinci yılında merkez olarak İstanbul’un seçildiğini, bu çerçevede Akbank Sanat’tan, Borusan Müzikevi’ne, Salt’tan Aya İrini’ye kadar pek çok müzik-mekânında aralarında Joss Stone ve Al Jarreau gibi müzisyenlerin bulunduğu caz sanatçılarının sahne aldığını hatırlayanlar olacaktır. Günümüze değin, Paris, Washington, Havana, Saint Petersburg ve Melbourne gibi şehirler de tıpkı İstanbul’da olduğu gibi çeşitli performanslara ve günün merkez etkinliği olan All Star konserlerine ev sahipliği yaptı. Tabii Covid 19 salgınıyla beraber, Dünya Caz Günü de internet üzerinden ‘yaşanmaya’ başlandı.
İstanbul’da bu yıl Dünya Caz Günü kutlamalarında pandemi sebebiyle İş Kuleleri Salonu’nda seyircisiz kaydedilen Jülide Özçelik konseri, repertuvarının özgünlüğüyle dikkat çeken ve öne çıkan bir konser oldu. 30 Nisan saat 20.30'da İş Sanat’ın YouTube kanalı ve internet sitesinde ücretsiz olarak yayınlanan konserde Özçelik’in özgün şarkılarının yanı sıra, orkestrada gitarda yer alan Cem Tuncer’in düzenlemeleriyle ülkemizde yaygın olarak bilinen ve sevilen “Mecnunum Leyla'mı Gördüm”, “Yalan Dünya” ve “Kara Toprak” gibi türküler seslendirildi. Ülkemizde de özellikle 2000’li yıllarda sayısı artan etkinlikler, mekânlar ve İstanbul Caz Festivali, Akbank Caz Festivali, Ankara Caz Festivali, İzmir Avrupa Caz Festivali ve aralarında en genci Zorlu PSM Caz Festivali başta olmak üzere çeşitli caz festivalleri, önümüzdeki yazılarda daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağımız Türk caz müziğinin de çiçek açan bir kültürel ortam sunduğunun habercisi.
Günümüzde çok sayıda müzisyen ve eleştirmen, Afro-Amerikalı kökenlerini ve ırkçılık sorununu yansıtma biçimiyle, bir yandan burjuva toplumunu olumlamış diğer yandan eşitsizlikleri su yüzeyine çıkarmış yönüyle, hafif ve ciddi müzik kategorilerine girmiş alt türleri ve yakın dönem füzyon ve melez stilleriyle caz müziği, A.B.D.’nin dünya müzik tarihine en önemli katkısı olarak kabul ediyor. Bu yüzden 30 Nisan, yılın bir günü belirli bir müzik türü üzerinden de olsa, toplumsal alanda görünürlüğü yok denecek kadar az unsurları –diyalog, doğaçlama, harmoni, otonomi-ve-özgürlük gibi– müzik üzerinden duyumsamak için harika bir fırsat. Füzyon caz ve etnik caz türlerinin tanınan müzisyeni Richard Bona’nın bir röportajından alıntı, bu anlamda cazın düşündürdüklerini özetlemenin anlamlı bir başka yolu: “Bence 30 Nisan Dünya Caz gününden çıkarmamız gereken en güçlü mesaj şu olmalı; müzik, insanlıktır...”
UĞUR ZEYNEP GÜVEN
15 Mayıs 2021, İstanbul