Ahmet Adnan Saygun’un Sanat Kavrayışından
Süzülen Antropolojik Kavramlar
Her müzik eserinde, farklı düzeyde ve biçimde açığa çıkan hem sanatçının duygu dünyasının hem eserin ortaya konulduğu dönemin sosyo-kültürel hatta ekonomik iklimin izdüşümlerine rastlamak mümkündür. Kuşkusuz bu niteliğiyle müzik, toplumun aynası olur ve tarihe tanıklık eder. Bu bakımdan ister popüler bir şarkı ister bir senfonik eser olsun, kaydı olan ve günümüze değin ulaşmış hemen her tür müzikal üretim, insanoğlunun tarihsel izini sürmek için incelemeye değerdir. Bununla beraber belki insanlık tarihiyle paralel okuyabileceğimiz bir müzik tarihi çerçevesinde bazı isimlerin çağdaşlarından daha farklı ya da büyük bir yankı bırakması, çoğu zaman, deha, disiplin ve eğitimlerinin yanı sıra, yaşam boyu büyük bir özveri, adanmışlık ve üretkenlikle eser yaratmalarında yatar. İşte bu sanatçıların arasında kuşkusuz içinde bulunduğumuz Ocak ayı içinde ölümünün 30.yılında anılan Ahmet Adnan Saygun da yer almaktadır.
Ahmet Adnan Saygun’un hayatı ve yapıtları üzerine önemli ve derinlikli incelemeler yapmış yurtiçinde ve yurtdışında pek çok değerli araştırmacı bulunuyor. Saygun, Çağdaş Türk Müziği tarihinde mihenk taşı olarak kabul edilegelen yapıtlarının yanı sıra, devlet sanatçısı unvanını alan ilk besteci oluşu ve Cumhuriyet tarihinin ilk sahnelenen operasını bestelemiş olması gibi farklı özellikleriyle hafızalarda yer alıyor. Eserleriyle birlikte onu özel kılan önemli yönlerinden bir diğeri de şüphesiz etnomüzikolog olarak yaptığı değerli bilimsel çalışmalarıdır.
Çok yönlü bir sanat insanı olarak Saygun’un eserleriyle tanışıklığımın, sanatçının İstanbul’da yaşamının ileriki yıllarını geçirdiği Ulus semtinde bulunan ve bugün onun adını taşıyan caddeden geçip, o caddeye yakın olan çocukluk evime dönerken, ismini salonda bir yerde gördüğümü hatırlayıp plakları arasından Yunus Emre Oratoryosunu dinlememle başladığını anımsıyorum. Ancak onun ses ve kültür dünyasının zenginliğini tam anlamıyla keşfetmem üniversite dönemime denk geliyor. Bu tanışıklığın orta okulda aldığım piyano derslerinde gerçekleşmiş olmasını yeğlerdim. Fakat bir sosyoloji öğrencisi olarak eserlerini keşfettikçe, ses dünyasındaki zenginliğin hem Osmanlı İmparatorluğu hem Cumhuriyet döneminin iklimlerini, hızlı değişimlerini ve düşünsel ortam çeşitliliğini tecrübe etmiş olduğunu kavramamak mümkün değildi. Ayrıca, onun sanat anlayışındaki yaklaşımını daha ayrıntılı bir biçimde öğrenmem, eserlerini dinlemenin yanı sıra müzik hakkındaki görüşlerini ve araştırmalarını içeren metinlerini okumamla sağlamlaştı. Yıllar sonra, ilk yurtdışı sempozyum deneyimimin de Berlin’de Saygun’un 100. doğum yılı anısına düzenlenen “Symposium zum 100. Geburtstag von A. Adnan Saygun” olması ile beraber devam eden okumalarım, her zaman müziğinin yanı sıra diğer eserleri eşliğinde de sanat kavrayışında kültür birikiminin önemini gösterdi.
Saygun’un Değerlendirmesiyle “Türk Müziğinin Çeşitli Yönleri”
Ahmet Adnan Saygun’un özellikle 1940’lı yıllardan itibaren kaleme almaya başladığı müzikolojik analizleri arasında, doktora dönemimde Fransızcadan çevirisini yaptığım yaklaşık yedi sayfalık Türk Müziğinin Çeşitli Yönleri (Les Divers Aspects de la Musique Turque) metni kültür olgusuna yaptığı vurgu açısından önem teşkil ediyor. Esasen Paris’te Pleyel Salonu’nda 3 Nisan 1947 yılında yaptığı bir konuşmanın yazıya dökülmüş hali olan metin, döneminin ötesinde bir bakış açısıyla, Türk müziğini kopuş ve ayrışma yerine süreklilik ve eklemlenme ile ele alan yaklaşımını sunuyor. Bu yönüyle çağdaş sosyolojinin günümüzdeki kuramsal yaklaşımlarıyla örtüşen boyutu, ilk kısımdan itibaren dikkat çekmeye başlıyor: “Size Türk müziğinin farklı yönlerini sunmak istiyorum. ‘Türk Müziği’ dediğimde, bu kavramla hem sanat müziği hem folklorden bahsediyorum. Zaten, folklorun ihmal edilmemesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü folklor, atalarının topraklarında kök salmış kocaman bir ağaç olan toplumun dallarından birisi olan bireyin, ruhsal evriminin temelinde bulunur. Burada bahsedilen toprak Anadolu’dur.” İlk anda fark edildiği gibi, tarihsel ve coğrafi niteliklerin sanat eserinin ‘doğasının’ belirleyicileri olarak ele almasının yanı sıra, ikili zıtlıklara dayalı bir söylemi yeniden üretmek yerine birbiri içine geçen unsurlarıyla çok boyutlu bütünleşik bir sanat kavrayışının temelini sunuyor.
Benzer biçimde, yaşamsal değeri büyük ağaç metaforu ile betimlediği sanat eserinin, yalnızca kendisini önceleyen bir medeniyetin belirli ve sınırlı bir boyutunun değil, bugün insanlığın kültür mirası şeklinde tanımlanan pek çok farklı medeniyetin birbirine eklemlenerek izlerini taşıdığından bahseder. Bu kucaklayıcı bakış açısıyla, müzik eserinin yalnızca ‘kendine ait’ biricik ve özgün oluşumunu etkili ve yalın biçimde anlattığı kısmı, ‘Anadolu’ toprağı ile imlemesinin ardından şu bölüm dikkat çekiyor: “Kolektif ruha tutunan birey, buradan hareket edip bu ruhun bilmediği diğer ufuklara götürebilir bizi; bu sanat alanıdır. Bir meyve, ağacın bir ürünü olarak, artık ne ağaç ne kökler ne de besleyici özsudur. Aynı şekilde, kolektif ruhtan beslenmiş sanat eseri de artık ondan ayrılarak bize topluluğun da daha önce tanımadığı yeni bir figür sunar. Nasıl ki ağaç meyvesinin nefes almasına olanak sağlıyorsa, kolektif ruh da aynı şekilde sanat eserinin nefes almasını sağlar. Aslında bu meyve, kendi içinde yeni bir bitkinin tohumlarını taşımaz mı? Ancak bunun için olgunlaşması ve filizlenebilmesi için toprağa dokunması gerekir”. Türk köylerinde, binlerce yıllık taşların üzerinde pek çok kez tasvir edilen aynı müzikal enstrümanları ve onlarla çalınan halk türkülerini, Anadolu’nun ortasında bir kayaya oyulmuş katedralin tonozu altında gürleyen ilahileri, ardından İslamiyet’in tüm Anadolu topraklarında kabul edilmeye başlamasıyla Asya’dan gelen Türkler olan Selçukluların beraberlerinde getirdikleri sanatsal kavramların, Osmanlı Hanedanlığı altında, zirveye 18.yy’da ulaşacak yeni bir sanat müziğini birleştirerek, kültür üretimlerin nasıl yüzyıllar boyunca birbirine eklemlendiğini metnin içine yedirerek anlatır. Bu kapsamlı konuşma metninin devamında Anadolu Türk müziğinde kullanılan aralıklardan, “18.yy. başında vefat eden dâhi müzisyen Itri” ve “büyük besteci Dede Efendi’nin, 3 zamanlı ölçüyü tanıtması” gibi örnekler eşliğinde Avrupalı müzisyenler tarafından tanınıp bilinmemesinin büyük kayıp olacağını ifade ettiği 19. Yüzyıla kadarki Türk müziği tarihini açıklar.
Kültürel Alan: Üretim, Birikim, Temas ve Kültürel Zenginlik
Türk Müziğinin Çeşitli Yönleri metninin devamında özellikle karşılıklı olarak saray çevrelerinin davetleriyle Avrupa ile sanatsal ilişkiler tesis eden Türklerin sanat müziğine yeni açılımlar getirecek Batı müziğinin çeşitli özelliklerini benimseme süreçlerini ele alır. Tıpkı, Türk Müziğini yurt dışında tanıtırken kullandığı bu kapsamlı tarihsel ve kültürel arka plan değerlendirmesinde olduğu gibi farklı pek çok yazılı metninde, müziğin de içinde bulunduğu tüm kültürel üretimlerin, insanların çağlar boyu sürdürdüğü aktarımlarıyla, nasıl kendi yaşamlarını tesis ettiklerine yönelik düşüncelerini dile getirir. Bu sebeple, bugün bile kimi zaman farklı birer kültürel gösterge olarak etiketlenme eğilimi bulunan farklı müzikal gelenekler, tür ve tarzların, birbirine temas etmeyen zıt kutuplar olmadığını, aksine insanın kültür üretme kapasitesinden kaynaklı sürekli bir karşılıklı etkileşim halinde bulunduğu fikri değerlendirmelerinden süzülür.
Kullandığı teknik terimlerin karşılığını ararken doktorada dersini aldığım etnomüzikoloji profesörü hocama da danışarak çevirisini yaptığım bir diğer metni olan Türk ve Macar Halk Müzikleri Arasındaki İlişkiler Üzerine Birkaç Düşünce (Quelques réflexions sur certaines affinités des musiques folkloriques turque et hongroise) makalesinin, bir antropolog için de büyük önem teşkil ettiğini söylemek mümkün. Özellikle, antropocoğrafya ve kültürel difüzyonizm teorik yaklaşımları çerçevesinde, kültürel alan, kültür çemberi (Kulturkreis) ve kültür kompleksleri gibi bir dizi antropolojik kavramı müzik üzerinden örneklemeye olanak tanıyan özgün bir metin. Bu terimlerle ilgili olarak örneğin Friedrich Ratzel (1844-1904), kültürün tekil nesnelerinin yayılmasını ve birbirleriyle ilişkili özelliklerden oluşan kültür komplekslerini, göç hareketlerinin etkisi başta olmak üzere kültürel temasla açıklar. Benzer şekilde Leo Frobenius (1873-1938) da kültür çemberi kuramıyla, birbirlerinin peşi sıra yerküreye yayılan ve kendilerini önceleyen unsurlarla örtüşen kültür alanları bütününü ele alır. Bu doğrultuda, kültürel alan nosyonuyla, kültürel özelliklerin rastgele bir dağılım göstermeyip, birbiriyle ilişkili olarak var olma eğilimi gösterdiği vurgulanır. Hemen fark edildiği gibi, Saygun’un müziği açıklarken kullandığı terimler ve örnekler eşliğinde sahip olduğu yaklaşımı, kültürel antropolojinin temelinde bulunan terimlere denk gelecek şekilde, üreten ve iz bırakma derdinde bir varlık olarak insanın, süreklilik içinde yeniden inşa ettiği kültürel alanlara işaret etmektedir.
Bu noktada, müziğin kendisi kadar, müzik hakkında araştırmanın ve yazmanın değerini, Saygun’un eserleri üzerinden bir kez daha fark ederken, müzik alanının da bir parçası olduğu kültür olgusunun süreklilik, birikim, yeniden üretim ve zenginlik içeren karmaşık bir yapı teşkil ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla, Saygun’un Türk Müziğinin Çeşitli Yönleri konuşma metninin kapanışında ifade ettiği gibi: “Bence insan, duruluk ve içtenlik ışığıyla parıldayan zirvelere ulaşabilmek için, insanlığa hizmet edebilmek için, kendini yeniden yapılandırmalıdır.”
UĞUR ZEYNEP GÜVEN
15 Ocak 2021, İstanbul