Yeni bir yılın ilk ayı geride kalmak üzereyken, sanat alanının da içine dahil olduğu sosyal hayatta hala çözülmeyi bekleyen pek çok sorun ile yaşamaya devam ediyoruz. Bu bağlamda eğitimden sağlığa, turizmden medyaya, birbirinden farklı görülen pek çok alanı ilgilendiren ortak sorunlara çözüm önerisi sunan bir kavram karşımıza çıkıyor: sürdürülebilirlik. Esasen kendi kendini açıklayan ancak farklı sektörlerce giderek farklı boyutları vurgulanmaya başlamış kavramın Birleşmiş Milletler Brundtland Komisyonu tarafından 1987 yılında yayımlanmış ilk sistemli tanımı “Gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılama kapasitelerine zarar vermeden bugünün ihtiyaçlarına cevap verme” şeklinde yapılıyor (1). Bu tanımın bileşenleri ilk bakışta müzik alanını doğrudan ilgilendirmiyor izlenimi verebilir. Zira müzik sanatıyla gelecek kuşaklara olsa olsa zenginlik bırakılabilir. Fakat müziğin kendisi ancak insanla var olabildiği ve insanların oluşturduğu toplumlarda yaşayabildiği için, özellikle temsil, dağıtım ve tüketim aşamalarında müzik kaçınılmaz olarak bir dizi materyale ve araçsallığa ihtiyaç duyar. Tüm bunları düzenleyen ise hiyerarşik yapıda işleyen kurumsallıkları, aktörleri ve etkinlikleriyle müzik endüstrileri olduğu için BM’in kaygı yüklü tanımı müzik için de devreye giriyor. Peki gelecek kuşaklara zarar vermeme çabası içine giren müzik endüstrisinde sürdürülebilirlik nasıl ve ne ölçüde mümkün?
Festivallerde Müziğin Karbon Ayak İzi
Öncelikle söz konusu ister bir konser salonu ister bir açık hava müzik festivali olsun, sahnenin üzeri, arkası ve çevresi için canlı performanslar sırasında ihtiyaç duyulan enerji gücü, sanatçıların turneler için yaptıkları yolculuklar ve konserler esnasında dinleyicilere müzik dışında sunulan servis, hizmet ve düzeneklerin -kaçınılmaz biçimde- karbon emisyonuna neden olduğu fark edilmiş durumda. Bu doğrultuda müzik endüstrisinin ‘temsil’ ayağını daha çevre dostu bir noktaya getirme hedefi hem çeşitli sivil toplum kuruluşları hem bazı müzisyenlerin çabalarıyla 2000’li yılların ortalarından başlayıp özellikle son yıllarda hızlanan çeşitli girişimleri içeriyor.
Müzik festivallerinde su kullanımı, yeme, içme ve ulaşım alışkanlıkları ile plastik atık üretimine odaklanarak sürdürülebilir konserler düzenleme amacıyla girişimde bulunan, eğitim ve akreditasyon sunan önemli kuruluşlardan biri, daha yeşil bir dünya arzusunu çağrıştıracak ismiyle “A Greener Festival” (AGF) olarak kabul ediliyor. İnternet sitelerinde (2) işbirlikçi ve müşteri olarak adı geçen müzik festivalleri arasında her yıl dünyanın dört bir yanından milyonlarca dinleyiciyi ağırlayan Primavera Sound, Roskilde Festivali ve Glastonbury Festivali yer alıyor. İspanya’nın Barselona kentinde her yıl Haziran ayı başında yapılan Primavera Sound ile Avrupa’nın en büyük müzik festivallerinden biri olup Danimarka’nın ‘Woodstock’ı olarak da anılan Roskilde Festivali, indie, rock, pop ve elektronik dans müziği başta olmak üzere popüler müzik türlerine sahne olmakta. Glastonbury Festivali ise hippie geleneğinden beslenen, folk, rock, blues, dünya müziği ve pek çok diğer türün yanından tiyatro, kabare ve sirk gibi gösteri sanatlarına da yer veren en büyük yeşil alan festivallerinden biri. Dolayısıyla dünyanın en sevilen ve kalabalık müzik festivallerinde ilk sıralarda yer alan bu üç festivalin görünür şekilde iklim krizine ve çevre sorunlarına dikkat çekmesi, aslında dinlerkitleyi oluşturan gençlerin, yani sürdürülebilirlik konusunu ileri taşıyacak aktif nüfusun bilinçlendirilmesi için elverişli bir adım oluşturuyor. Amerika’da Coachella Festivali’nde günlük yüz tondan fazla geri dönüştürülemez atık çıktığının tespit edilmesiyle birlikte müzik festivallerinin 20-25 bin tonun üzerinde karbon emisyonu ile 20-30 bin ton atık ürettiği ve 5-7 milyon tondan fazla yakıt tükettiği açığa çıktı. Bu gidişe dur denmesi gerektiği fark edildiğinden beri çevre-duyarlı önlemlerin tüm açık alan müzik festivallerinde ‘zorunluluk’ haline getirilmesi için yaptırımların arttığı yönünde haberler çıkmaya devam ediyor.
İklim Kriziyle Mücadelede Müzik Endüstrisi Aktörleri
Başka gezegen yok fikrinden beslenip müzik endüstrinde sürdürülebilirlik adına gerçekleştirilen geniş çaplı ve en önemli girişimlerden biri “Müzik İklim Anlaşması” (Music Climate Pact) (3). Geri dönüştürülemez atık üretme konusunda listenin başlarında yer alan dünyanın en büyük müzik şirketlerinden Sony Music Entertainment, Universal Music Group, Warner Music Group, BMG ile geniş ağa sahip Ninja Tune gibi kimi bağımsız plak şirketlerinin anlaşmaya imza atmış bulunması yine sevindirici bir gelişme olarak kabul ediliyor. Anlaşmanın temel hedefi, müzik endüstrisinin yarattığı karbon emisyonunu 2030 yılına kadar yarı yarıya azaltıp 2050 itibariyle net sıfır ulaşmak olarak ifade ediliyor. İklim krizine dikkat çeken ve müzisyenlerin girişimiyle kurulmuş gönüllü yardım kuruluşlarından biri olan “Earth Percent” de, 2030 yılına kadar 100 milyon dolar toplayarak, müzik endüstrisinin çevresel duyarlılığını artırmak, sera gazı emisyonunu azaltmak ve temiz enerjiyi desteklemek şeklinde sıralanan bir dizi amaçla esasen doğayı korumayı, muhafaza etmeyi ve yeniden yapılandırmayı hedeflediklerini belirtiyor (4).
Plak şirketlerinin katıldığı anlaşmaların yanı sıra müzisyenler de kendi girişimleriyle etkin önlemler alıyorlar. Örneğin İngiliz trip-hop ve elektronik müzik grubu Massive Attack’ın “İklim Değişikliği Araştırma Merkezi” ile bir ortaklık kurup konserleri ve turneleri için uzun süredir elektrikli ulaşıma geçtiği biliniyor. Yine İngiliz alternatif rock grubu Radiohead ise, turnelerinde tek kullanımlık bardakları kaldırılmasını, tüm yeme içme servisinde yeniden kullanılabilir seçeneklerin yerleştirilmesini ve tur araçları için bio-yakıt kullanılmasını talep eden bir grup. Esasen grubun solisti Thom York’un uzun süredir çevre aktivisti olduğu biliniyor. Nitekim birkaç yıl önce Radiohead’in resmi internet siteleri hack’lendiğinde bütün şarkılarını Bandcamp üzerinden yayınlayıp elde ettikleri geliri “Extinction Rebellion” isimli iklim krizine karşı mücadele veren çevreci aktivist gruba bağışlamışlardı. Müzisyenlerce yürütülen sürdürülebilirlik faaliyetlerinin son yıllarda daha görünür olmasıyla beraber Amerikan punk rock müzik grubu Green Day gibi bazı müzik gruplarının yenilenebilir enerjiye yönlendirmek için 2000lerin başından beri çalıştığı da ortaya çıktı. Çevre-dostu konser etiğini erken dönemde benimsemiş olduğu açığa çıkan bir diğer isim ise Neil Young. Kanada asıllı Amerikalı folk rock ve country rock müzisyeni, 2004 yılından beri tüm konserleri için yalnızca bitkisel yağ kullanan minimum sayıda araçla hareket ediyor.
Çevre dostu müzik gruplarından biri olarak listenin başında yer alan bir diğer önemli rock müzik grubu da Coldplay. Grup “Music of The Spheres” isimli dünya turnesi için ilk kez şarj edilebilir mobil gösteri bataryasını kullanarak sahne performansları için ihtiyaç duydukları elektrik gücünü son derece düşük emisyonla sağlamış oldular. Grup üyeleri ayrıca sürdürülebilirlik uzmanlarından oluşan bir ekibi kendi karbon ayak izlerini ölçümleyip bunu azaltmaya yönelik plan çıkarmaları için ekiplerine dahil ettiler. Böylelikle “Music of The Spheres” müzik tarihinin en çevre dostu turnelerinden biri olarak anılmaya başlandı. Grup ayrıca, dünya turnelerinin ürettiğinden daha fazla karbondioksit azaltma sözü vererek, satılan her bilet için bir ağaç dikilmesini ve ömür boyu korunmasını finanse edilmesini taahhüt ediyor. Zaten grubun internet sitesinde sürdürülebilirlik sözcüğüyle imlenmiş pek çok başlık ve bilgi, konser biletlerinin satış linklerinden neredeyse daha büyük puntolarla yer alıyor. Hatta Coldplay solisti Chris Martin, 2019 yılındaki turnelerinin son konserinde her tür ağaçlandırma, toprak yenileme ve yenilenebilir enerjiye dayalı projeleri desteklediklerini, plastik tüketimini minimize eden önlemlerle yetinmeyeceklerini, tamamen çevre-dostu bir konsept olmadığı takdirde bir daha dünya turnesi yapmayacaklarını anons etmişti (5).
“Müzik Endüstrisini Sürdürülebilir Hale Getirmek için Çok mu Geç?”
1967’den beri müzik ve popüler kültür üzerine aylık olarak yayımlanan dünya çapında ünlü müzik dergisi Rolling Stone’un Nisan 2022 sayısında yer alan “Müzik Endüstrisini Sürdürülebilir Hale Getirmek için Çok mu Geç?” başlıklı (6) yazı hayli düşündürücü. Yazıda az sayıda ülkenin bütün dünyanın sonuçlarından olumsuz etkilenmesine neden olan karbon emisyonundan sorumlu olduğunun altı çok kez çizilmiş. Dünyadaki tüm eşitsizlik temelli sorunlarda olduğu gibi, ırk ve etnik köken bakımından marjda yaşayan dezavantajlı sosyal gruplar, kadınlar ve düşük gelir grupları, çevresel sorunlardan da olumsuz etkilenen sosyal grupların başında geliyor. Dahası müzisyenler, sanatçılar ve dinleyiciler, olumsuz etkilenen bu grupların birden fazlasının içinde yer alıyor.
Şu hâlde sürdürülebilirlik müzisyenler ya da müzik endüstrisinin ve şahsi çabalarımızın ötesinde daha sistemli ve kolektif önlemleri içeren bir mesele olsa da okyanustaki her damla her zaman değerli. Sürdürülebilirliğin giderek zamanın ruhunu yansıtan terimlerden biri haline gelmesinin elbette olumlu bir yanı var. Bununla beraber sözcüğün özellikle moda, kişisel bakım ve yeme-içme sektörlerindeki ürünlerin reklamları esnasında bir pazarlama stratejisi olarak kullanımına dikkatli yaklaşmak gerekir. Neticede zamanın ruhu dediğimiz kavram aslında duygulardan ziyade paylaşılan fikirlerle ilgili olduğu ve o fikirlerin doğrudan toplumların üretim şekli ve ilişkileriyle şekillendiği düşünülürse, gezegenin geleceği için nihai kurtuluş, ülkelerin yenilenebilir kaynaklar sağlayabilmesinden geçiyor. Ekolojik kriz ciddiye alınmalı; Radiohead’in 2000 tarihli Kid A albümlerinin Idiotheque şarkısında geçen sözlerdeki gibi, “Felaket tellâllığı yapmıyoruz, bu gerçekten yaşanıyor!”
UĞUR ZEYNEP GÜVEN
30 Ocak 2023, İstanbul
https://www.equality-empowerment.com/post/music-and-sustainability
https://www.rollingstone.com/music/music-features/touring-climate-crisis-jake-blount-1234592577/