Geçtiğimiz hafta yine bir 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü daha, farklı medya mecralarından yükselen tumturaklı fakat sasık söylemler eşliğinde geride bıraktık. Bilindiği gibi esasen daha iyi çalışma koşulları için mücadele verirken 8 Mart 1957 tarihinde ABD’de bir tekstil fabrikasında çıkan yangında can veren kadın işçileri anmak üzere anlamlı ve önemli bir tarihsel arka plana sahip gün, on yıllar içerisinde, kültür endüstrileri, medya ve kapitalist üretim şeklinin devamını sağlamak üzere programlı piyasalarca, giderek pazar değeri yüksek sembolik bir meta haline dönüştürülmeye başlandı. Bu duruma eşlik eden ve günümüzde birer kimlik vitrini haline gelmiş sosyal medyada, hızlı bir onay ve beğeni getirecek potansiyel paylaşımların gerçek hayatta bir karşılığının bulunmadığı ortada. Eminim herkesin aklına epeydir sinirine dokunan çeşit çeşit klişe söylem ve görseller gelmiştir. Oysa kadınlardan, belirli koşullarla var olabilen, görülüp, beğenilip, korunulması gereken bir endemik bitki türü gibi bahsedildiği bir gün olmamalı 8 Mart. Peki, kadının ikincil konumunun iyileştirilmesine ilişkin farklı alanlarda yazılmış yüzlerce eserin, söylenmiş onca değerli sözün gündelik hayata etkisi bu kadar cılız ve silik mi, yoksa daha az karanlık yerler var mı? Söz gelimi, acaba müzik alanında daha ümitvar bir durumdan bahsedilebilir mi?
Müzik Tarihinde Kadın Besteciler de Vardır ama Bağlaç olan de Her Zaman Ayrı Yazılır
Günümüzde, yalnız ülkemizde değil bütün dünyada çekilen ve zaman zaman çeşitli programlarda gösterilen sokak röportajlarından kesitlerde, klasik müziğe doğrudan belirgin bir ilgi duymasa bile tanıdığı veya sevdiği bestecileri sayması için mikrofon uzatılan hemen herkesin ilk üç sırada belirttiği isimler, genellikle Mozart, Beethoven ve Bach’ı içermek suretiyle, sıklıkla aynı olur. Bu durum, yalnızca söz konusu bestecilerin çok satanlar listesine girmeye hevesli biyografilere veya yüksek gişe amaçlayan dönem filmlerine konu olmalarından ya da eserlerinin yüzyıllar sonra reklam gibi kâr amaçlı yayınlarda kullanılmasından değil, her birinin, müzik tarihinde belirli bir dönemin sanatsal iklimini kristal kadar berrak temsil etmelerinden de ileri gelmektedir. Acaba bir kadın besteci, başarı, saygınlık ve tanınırlık bağlamında yukarıda saydığımız düzlemde yer alabilir mi? Elbette çok sesli Batı müziği tarihinde iz bırakmış kadın besteciler de bulunmaktadır.
Peki onlar erkek bestecilerden farklı olarak, daha önemlisi fazladan, hangi sorunlarla baş etmişlerdi? Müzik tarihiyle ilgilenenlerin yakından bildiği hikayesiyle ilk akla gelen isim kuvvetle muhtemel Alma Mahler (1879-1964) olacaktır. Avusturyalı ünlü besteci Gustav Mahler’in (1860-1911), evliliklerinden kısa bir süre önce müstakbel eşi Alma’ya yazdığı ve geleceğe ilişkin beklentilerini içeren mektubunun, farklı çevirilerde küçük değişiklikler göstermekle beraber genel hatlarıyla “Bundan böyle tek mesleğin olacak, beni mutlu etmek... Besteci rolü bana düşüyor. Sana düşen ise seven bir yoldaş, anlayışlı bir arkadaş rolü…” şeklinde karar verici cümlelerle bezeli ve buyurgan tonlu ifadeler içerdiği biliniyor. Evliliğinden önce zaten parlak bir müzik kariyerinin baharında bulunan Alma Mahler’e koşullu ve örtük olarak önerilen ise, saygın ve tanınan bir müzisyenin ‘eşi’ olmayla elde edilecek bir toplumsal statü ve itibar. Eşinin vefatından sonra sanat yaşamına dönen Alma Mahler’in, evliliğinden önce bestelediği ve beğeni toplamış ağırlıklı olarak liedler ve oda müziği yapıtlarından oluşan eserleri, anılarını kaleme aldıktan sonra bilinirlik kazanıyor ve ondan fazla eseri 1980’lerden itibaren düzenlenerek günümüze değin ulaşarak geç de olsa buruk alkışları topluyor.
En az Alma Mahler kadar aleni eril baskıya maruz kalmış bir diğer kadın besteci, sonatları, 250’den fazla liedi ve 100’den fazla sayıda piyano için eseriyle, çalışkan ve üretken Fanny Mendelssohn (1805-1847). Bu kez söz konusu baskının eşten değil, öğrenenleri şaşırtan ve esef duydurtan biçimde bestecinin erkek kardeşi ve kısmen de kendi babasından geldiği biliniyor. Bestecinin erkek kardeşi, farklı formlardaki yüzlerce eseriyle müzik tarihinin üretken, saygın ve hayranlık uyandıran ismi Felix Mendelssohn (1809-1847). Ünlü bir besteci olmaya meyilli bir karakteri olmadığı gerekçesiyle önünü kestiği kız kardeşinin eserlerini kendi adıyla bastırdığı ve konserlerinde çaldığı açığa çıktığında, yalnızca sanat eserinin kendisiyle ilgilenip, bu özel duruma kulak tıkayıp ilgilenmemeyi seçenler olmuştu. Öte yandan, Wolfgang Amadeus Mozart’ın kız kardeşi Anna Maria Mozart’ın (1751-1829) çocuk yaşta keşfedilen müzikal yeteneği ve başarılı bir piyanist olarak hızla parıldamaya başlamış kariyerinin erkenden sönümlenmesinin nedenleri arasında, erkek kardeşinin dehâsının gölgesinde kalma, çocukları üzerinde yönlendirici etkisinin büyük olduğu bilinen baba Leopold Mozart’ın kararlarına uyma ve evlilik çağına yaklaştıkça değişmek durumunda kalan tutumu olduğu biliniyor.
Bu durumda acaba, yeteneğine, eğitimine ve disiplinli çalışmasına rağmen bir erkek bestecinin gördüğü tarzda bir ilgi ve saygı göremeyeceğini öngören kadın besteciler de var mıydı? Çocukluğunda müzikal dehası keşfedilmiş ve ömrü boyunca başarılı bir besteci ve konser piyanisti olarak takdir toplamış Clara Schumann’ın (1819-1896), Romantik dönemin öne çıkan ismi ünlü Alman besteci ve piyanist Robert Schumann’la (1810-1856) evliliğinden sonra, istençli bir şekilde eşinin çalması için besteler yapması bir önceki sorumuza yanıt olabilir. Müzik tarihinin içindeki bu bir dizi makûs talih örnekleri, sanat tarihçisi Linda Nochlin’in 1971’de kaleme aldığı “Why Have There Been No Great Women Artists? [Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?]” makalesini akıllara getiriyor. Müzik tarihinde bir dönemi veya akımı temsil eden “büyük” kadın sanatçılara rastlamak zor olsa da farklı tip baskılardan uzak (şanslı?) olup eserler üreterek başarı ve tanınırlık elde etmiş kadın sanatçılar yok değil. Örneğin, New York filarmoni gibi saygın orkestraları yöneten ilk kadın orkestra şefi ve müzik öğretmeni Rus asıllı Fransız besteci Nadia Juliette Boulanger ile genç yaşta vefat etmiş kendisi gibi besteci olan kız kardeşi Olga Lili Boulanger, müzik tarihinde en azından görünürde, baskılardan azade iki isim olarak karşımıza çıkıyor. Benzer şekilde, 19. yüzyılda kıta Avrupası’ndan Rusya’ya opera sahnelerinin aranılan ismi haline gelmiş İspanyol asıllı Fransız besteci ve mezzo-soprano Michelle Ferdinande Pauline Garcia’nın 18 yaşında evlendiği sanat tarihçisi ve tiyatro yöneticisi Louis Viardot’nun gölgesinde kalmadığı biliniyor. Yüzlerce yıllık çok sesli Batı müziği tarihinde akla ilk gelen değil, ancak araştırılarak izi sürülen ve ayrı bir listeye toplanabilen kadın besteciler, Nochlin’in sorusuna müzik alanından yine de doyurucu bir yanıt vermekten uzak.
Profesyonel Sanat Yaşamı, Tamamlayıcılık İşlevi ve “Doğal” Etiketler
Kadının fizyolojik özelliklerinden ileri gelip erkekle kıyaslandığında ‘zayıf’ kalan, genetik ya da kas yapısı gibi çeşitli hususlarla ilgili doğa durumu, onun toplumdaki ikincil konumunun da doğal bir durummuş gibi servis edilmesi için en elverişli sığınak söylem. Antropolog Sherry Ortner’ın 1974 tarihli ve döneminin meseleleri ikili zıtlıklar üzerinden açıklama eğilimindeki yapısalcı yaklaşımıyla şekillenmiş “Is Female to Male as Nature is to Culture? makalesi bu konuya ışık tutuyor. Çalışmada, bir yanda toprak gibi üretim ve çoğaltım alanı “doğa” alanı, diğer yanda insan aklı, yeteneği ve emeğiyle oluşan “kültür” alanıyla, iki farklı cinsiyet arasında analoji kuruluyor ve eleştiriye açılıyor. Avcı-toplayıcı topluluklardan itibaren, mağara da dahil olmak üzere, hane olarak belirlenen aile içi alanda çocukların ve diğer aile üyelerinin bakımının sorumluluğunun kadında oluşu, kadının ev dışındaki, yani toplumsal alandaki güncel konumuna binyıllar öncesinin yankısını taşıyor. Bu durumda kadınların, günümüzde dahi evin dışına ayıracağı yeterli zamanı olmadığı -eğer ideal bir kadınsa yeterli zamanı kalmaması normaldir- gerekçesiyle, tüm profesyonel iş yaşamında olduğu gibi sanat alanında da daha ziyade tamamlayıcı rollere yönlendirildiğini rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Bu çerçevede, klasik müzik dışındaki pek çok müzik türünde de profesyonel bir sanat yaşamı ve meslek icrasına yönelen kadın için biçilmiş ‘belirli’ ve ‘sınırlı’ roller dikkat çekici. Tabi burada söz konusu, ‘ilham perisi’ ya da her başarılı erkeğin arakasındaki güç olmak gibi ‘edilgen’ roller değil, etkin rollerdeki sınırlar. Örneğin, yirminci yüzyılın başlarında göç, hasret ve uyum sorunu gibi hüzünlü hikayesiyle rebetiko müziğinde, Roza Eskenazi gibi sayısı yok denecek kadar az kadın müzisyene vokalde ya da telli çalgılarda rastlanmamakta, kadınların daha ziyade şarkıların belirli yerlerinde tef gibi eşlik enstrümanlarını çaldıkları görülmekteydi. Benzer şekilde, yüzyılın ortalarından günümüze değin alt türleri ve tarzlarıyla süreklilikle araştırılmaya değer karmaşık bir yapı sergileyen rock müziğin gözle görülür biçimde erkek egemen müzik gruplarında da kadın müzisyenlerin ağırlıklı olarak bas gitar çaldıkları ya da solist oldukları gözlemlenmektedir. İlaveten, dikkat çekeceği ya da ilgi toplayacağı için dış görünüşü ‘parlatılarak’ ön plana çıkarılan kadın müzisyenlerin konumu, sanat alanındaki diğer problemli tartışmalar arasındaki yerini alıyor. Buradaki temel meselenin sanat alanında üretim yapma, var olma ve yer alma hakkı ve biçimine ilişkin mevcut durumun olduğu, insan zihninin değişken bilişsel ve psikolojik süreçleriyle, evrensel sınıfsal konumların bu tartışmanınçeperinde yer aldığının altını çizmekte fayda var.
Sonuç olarak, müzik alanından ilk aşamada akla gelen örneklerle ancak buzdağının yüzeydeki ucunu oluşturan cinsiyet eşitsizliği, yalnızca sanat alanında değil, evin dışına çıkıldığı andan itibaren tüm alanlarda kadının temel sorunudur. O yüzden yılın bir günü yapılan etkinliklerde, açık veya örtük biçimde ikincil konuma itilmiş tarafı gözeten olumlu adımlar atılırken, bu adımları sus payı vermek gibi bir kisveye büründürmemek ya da geçici bir katharsise evrilmemesini sağlamak önem taşıyor. Unutulmamalıdır ki, Chukchee ve Trobriand gibi ‘ilkel’ olarak etiketlenen kabile topluluklarında bile ev dışı üretim işlerinde kurulan kadın erkek ortaklığı, ‘modern’ kategorisinde yer alan, küresel ekonomiye entegre olmuş ve endüstriyel açıdan gelişkin pek çok toplumdan daha eşitlikçi bir karaktere sahip. O yüzden, 8 Mart, odağına yalnızca kadını alan değil, modern toplumların temel insan hakları ve eşitsizlik meselelerini alan bir gün olduğunda umutlar filizlenebilir. Şu aşamada, kadını tedirgin ve gamlı kılan eşitsizliğin, baskı, tehdit, şiddet ve onu izleyen türlü tehlikenin, yılın bir günü verilen çiçeklerle, daha fenası güzellik ve bakım ürünlerinde indirim ve alışverişlerde kampanyalarla sona ermeyeceğinin farkına varılması bile iyi bir adım sayılır.
UĞUR ZEYNEP GÜVEN
15 Mart 2021, İstanbul