Bir kentin eşitsizlik, mücadele ve rekabetle dolu ortamında eser üretebilmek kuşkusuz hiçbir sanatçı için çok kolay değil. Hele bir de insan olarak varoluşunu anlamlandırma çabası içinde, kim olduğunu, neyi neden yaptığını, bu dünyadaki önemini, insanlığa verdiği katkıyı ve izinin kalıcılığını, hatta beklenti ve acılarını sorguladığını hesaba katarsak, üretme eylemi, zaman içinde fark etmeden sanatçıyı kıskacına alıvermiş bir zorunluluk haline gelebilir. Bu durumu tarih boyunca kültür üreten insanın verdiği pek çok içsel mücadeleden biri olarak düşünülebiliriz. Peki bu mücadelede sanatçının yaşı ne kadar önemlidir?
Yıllar içinde yaş ilerledikçe bazen sanatçıların başına gelen ‘yazarın tıkanması’ (writer’s block) şeklinde Türkçe söyleyebileceğimiz durum, mecburi bir ara verme ve içe bakma eşliğinde hayatın kalan kısmını çeşitli şekillerde etkileyebilir. Elbette yalnızca yazarların değil, besteciler ve ressamlar başta olmak üzere aslında hangi alanda eser ortaya koyuyor olursa olsun, yaratıcı ve üretken karakterdeki insanların başına gelebilen bir durum bu. Nedeni kimi zaman ölüm, kayıplar, ayrılık, sağlık sorunları ya da tam olarak açıklayamadığı ağır bir iç sıkıntısı olabilir. Diğer bir tıkanıklık sebebi olarak ise, sanatçının eserini dünya ile paylaşmaya hazır hale geldiği dönemde, plak şirketleri, galeriler veya yayınevleri gibi sanat aracısı kurum ve karar verici kişilerden ret alması sayılabilir. Bu tip dönemler görece kısa sürdüğü ve bir çözüm bulunduğu takdirde az hasarla atlatılıp yola devam etmek mümkündür. Fakat o tıkanma esnasında zihnin yolu daha önce hiç gitmediği karanlık dehlizlere ya da tam tersi yine tanımadığı çiçek bahçelerine düşerse, hayat değişebilir.
BİRİKEN DUYGULARIN NİHAİ ÇIKIŞ YOLU OLARAK MÜZİK
Müzik alanında, işte bu saydığımız sebeplerden bazılarına benzer durumlar yaşayıp sanat hayatının gidişatını değiştiren isimlerden biri İtalyan asıllı Fransız sanatçı Serge Reggiani (1922-2004). Fransızca şarkıların ülkemizde yaygın biçimde tanınıp sevilmesinin Türkçe sözlü hafif Batı müziği kategorisinin çıkışıyla örtüşecek şekilde 1960’lı yıllara denk geldiği düşünüldüğünde, Enrico Macias, Jean-François-Michael, Mireille Mathieu, Salvatore Adamo gibi isimler gibi ilk anda akla gelmese de, çağdaşı Jacques Brel ile birlikte, onlarca şarkısıyla anılan ve sevilen Serge Reggiani’nin müzik hayatı aslında 40 yaşından sonra başlıyor. Reggiani aslında kariyerine Conservatoire des Arts Cinématographique’ten mezun olmasının ardından yazar ve film yapımcısı Jean Cocteau tarafından keşfedildikten sonra oyuncu olarak başlar. “Kötü Ebeveynler” (Les Parents Terribles) ve “Gecenin Kapıları” (Les Portes de la Nuit) gibi filmlerde rol alan Reggiani, oyunculuk kariyerinde üst noktaya Jean Paul Sartre’ın oyunu “Altona Mahkumları”ndaki (Les Séquestrés d’Altona) rolüyle ulaştığı kabul edilir. Ancak Reggiani 1965 yılında, yani 40 yaşından sonra ikinci bir kariyer olarak müzisyenliğe başlamaya karar verir. Bu kararın arkasında, yaşamındaki çeşitli üzüntü verici olayın izini dışa vurma, yani şarkı söyleyerek dile getirme isteği sezilmektedir. Zira Reggiani’nin İtalya’nın baskıcı rejiminden kaçıp Fransa’ya gelen ailesiyle birlikte küçük yaşlarından beri verdiği uyum sınavı ile başlayan yaşamı anlamlandırma çabası, ilerleyen yıllarda bir ara Komünist Parti’ye katılması, savaşı sorgulaması ile politik alanda devam eder. Uzun yıllar mücadele ettiği alkolizm ve diğer bağımlılıkları, oğlu Stephan’ın intihar etmesinin ardından onarılmaz bir yaraya dönüşür. Acılarını müzikle dışa vurmayı seçen Reggiani’nin bu kararı ve adımı, onun bir sanatçı olarak daha çok tanınmasına ve sevilmesine kapı açar. ‘Monsieur le Président” diye başlayarak babasının öldüğünü, annesinin perişan olduğunu, kardeşlerinin savaşa gittiğini ve çocuklarının ağladığını yorgun ve hüzünlü sesiyle söyleyen Reggiani, döneminde “Le Déserteur” adlı bu şarkının en iyi yorumcularından biri olarak kabul ediliyordu. Müzisyenlik kariyeri boyunca “Özgürlüğüm” (Ma Liberté), “Yalnızlığım” (Ma Solitude), “Kızım” (Ma Fille), “L’italien” (İtalyan -burada kökenine bir gönderme) gibi şarkılarıyla hep kendi hikâyesini anlattığı rahatlıkla fark edilmektedir.
Sanat yolunda rota değişimini müzikten yana kullanan bir başka isim, 20. yüzyılın folk rock türünün en sevilen müzisyenlerinin başında gelen Kanadalı sanatçı Leonard Cohen (1934-2016). Cohen kariyerine yirmili yaşlarından itibaren şiir kitaplarını yayınlayarak başlar, ardından roman yazımına konsantre olur. Aslında 32 yaşında yayımladığı “Beautiful Losers” romanı olumsuz ve olumlu eleştirilerle beraber yerel basında yer alır. Buna rağmen kariyerinde istediği noktaya gelemediğini düşünen Cohen şarkı sözü yazarlığına yönelir. Otuzlarının ortasında “Suzanne” adlı şarkısını Judy Collins seslendirir. Çok geçmeden yönetmen Robert Altman şarkılarını kullanmak ister. Joan Baez başta olmak üzere dönemin sosyo-müzikal ikliminin önde gelen figürleriyle çalışır. Ancak müzisyen olarak rüştünü ispatlaması tam 40 yaşındayken 1984 yılında çıkan Various Positions albümünden “Hallelujah” şarkısıyla gerçekleşir.
Cohen’in bu şarkısının pek çok farklı dilde iki yüzden fazla sanatçı tarafından yeniden seslendirilerek bugüne kadar en çok “cover”lanan şarkılar arasında ilk sıralarda yer aldığı kabul ediliyor. Aynı dönemden bir başka şarkısı “Dance Me To The End of Love” da tüm zamanların en romantik şarkıları arasında gösterilip başka bir ‘en’ler listesine girmeyi başarır. 44 yaşında çıkardığı bir sonraki stüdyo albümü “I’m Your Man” de büyük ses getirir ve müzisyen olarak dünya çapındaki ünü 1990’lı ve 2000’li yıllarda da büyümeye devam eder. Görüldüğü üzere Cohen’in durumunda, belirgin bir acı olay yerine kariyer yolunda umduğunu bulamamaktan kaynaklı büyük bir memnuniyetsizlik sanatçının yönünü kırklı yaşlarında değiştiren faktör olur.
Çok sesli Batı müziği türünde ise orta yaşlarında tanınmaya başlayan besteciler arasında, mimar ve matematikçi olarak birikimini müziğe aktaran Iannis Xenakis (1922-2001) başta gelir.
Bir diğer isim ise, kimyager olarak önemli buluş ve başarılara imza atan ve genç yaşta kimya profesörü olmasına rağmen “Rus Beşleri” arasında anılacak kadar müzikte de yetkinliğini kanıtlayan Aleksandr Borodin’dir (1833-1887). Borodin’in “Prens Igor” operasını, Seville Berberi, Aida, Saraydan Kız Kaçırma ve Carmen’den sonra en çok kez izlediğim operaların başında anımsıyorum. Yani tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kültür sanat sahnesinde kendisine yer bulmuş Borodin’in kırklı yaşlarında müziğe konsantre olması doğru bir karar gibi görünüyor.
OLGUNLUK DÖNEMİNİ BEKLEYEN RESİMLER
Resim sanatında izlenimcilik denince tüm dünyada akla ilk gelen ressamların başında kuşkusuz Claude Monet (1840-1926) bulunur.
Babasının aile mesleği olan tüccarlığı ve bakkal işletmesini sürdürme talebine karşı annesinin desteği ile resim eğitimine başlayabilen genç Monet, aslında daha yirmili yaşlarında Paris’e gittiğinde gerçekçilik akımından izlenimciliğe geçişte önemli bir rol oynayan Edouard Manet ve çağdaşı Pierre Auguste Renoir ile tanışmıştır. Otuzlarında artık ışığın, açık havanın ve parçalanmış renkler ile seri fırça darbelerinin olanaklarını kendi özgün yaklaşımıyla deneyimler. Dolayısıyla hayatını bir ressam olarak geçireceği bellidir. Ancak özel hayatında sevgi dolu bir yuvası olsa da maddi anlamda refah içinde değildir, eşi Camille ve ilk çocukları Jean ile sürdürdüğü hayatlarında bunalımlar yaşarlar. Hatta bazı biyografik kayıtlarda Seine nehrine atlayarak intihar girişiminde bulunduğu belirtilir. 40 yaşına bir yıl kala tüberküloz sebebiyle ölen eşi Camille’in yası onu derinden sarsar -Camille’i ölüm yatağında resmeder- ve bir daha asla yoksulluk çekmek istemediğine karar vererek en güzel resimleri yapmak üzere 1893 ile 1908 yılları arasında çeşitli ülkeleri dolaşarak çeşitli manzaraları, ilerlemekte olan kataraktlı gözüyle, yasıyla, hayata yeniden başlayışlarıyla alımlayıp tuvale aktarır.
Nitekim ses getiren eserlerinin arasında “Water Lillies”, “The Rose Walk” ya da “Weeping Pillow” (sanat tarihinin en dehşet verici ağaç resimlerinden biri olduğunu düşünürüm) gibi doğa resimlerinin yanı sıra, çeşitli açılardan Seine nehri manzaralarına, Saint-Lazare Garı, Rouen Katedrali, Londra’da Charing Cross Köprüsü ve Venedik’te Grand Canal resimlerine baktığımızda, tarihte bir daha hiçbir zaman o şekilde sisli duygular arkasından baktığımız izlenimini vermeyecek nitelikte eserler görürüz. Dolayısıyla, yaşadığı acılarla ileriki yaşlarında yönünü bulan olgunluk dönemi eserleri, onu sanat tarihinin mihenk taşı isimlerinden biri yapar.
Empresyonizmle kübizm arasında bir köprü isim olarak kabul edilen Paul Cézanne (1839-1906) hukuk okurken resim dersleri almaya başlayan bir isimdir. Ancak Güzel Sanatlar Akademisi’nin giriş sınavında başarılı olamaz ve Paris Salon’a gönderdiği tablolar uzun bir süre kabul edilmeyerek geri çevrilir. 1863’de ilk kez “Salon des Refusés”de eserlerine yer bulur ancak 1880’li yıllara yani 40’lı yaşlarına kadar sanat çevrelerine kalıcı girişi yapamaz. Fakat sonrasında “Madame Cézanne”, “Boy with a Red Vest (Kırmızı Yelekli Çocuk)” veya “Mardi Gras, Pierrot ve Harlequin” gibi tabloları olgunluk döneminde onu çeşitli sergilere sokar ve giderek daha çok tanınır. Günümüzde ise post-empresyonist ressamların en tanınanı olarak çoğunlukla 20. yüzyıl modern sanatına yön veren sanatçıların arasında gösterilmektedir.
Resimde gerçekçilik akımının Amerikalı temsilcilerinden Edward Hopper’ın (1882-1967) “Nighthawks” isimli tablosu, tüm gece açık Amerikan tarzı bir bistro tezgahında oturan ikisi erkek biri kadın üç müşteriyi resimlerken, sokağın karanlığından ayrılan restoranın göz alan ışığı, gerçek hayatın yalın, keskin ve etkili bir temsilini sunar. Resim eğitimi almasına, uzun yıllar turistlere suluboyalar veya sipariş tablolar yaparak ticari bir ressam olarak çalışmasına rağmen Hopper, 40lı yaşlarına kadar galeri sahiplerinin ilgisini çekememiş bir isim olarak sanat tarihindeki yerini almıştır. Oysa günümüzde pek çok tablosu, reklam ve filmler başta olmak üzere popüler kültür için dahi modern kent hayatı, bireyin konumu, yalnızlığı, arayışları bağlamlarında sağlam bir referans çerçevesi oluşturur.
POPÜLER KÜLTÜR: 40’INDA SONRA GELEN ŞÖHRET
Popüler kültür alanında üretim yapan bazı yazar ve aktörlerin de 40’lı yaşlarından sonra başarıyı, yani şöhreti yakaladıkları biliniyor. Aslında sanat alanında eğitim almış olmalarına karşın, hayatlarında sanatın temel bir kimlik ve gelir bileşeni olarak yetemediği noktalarda popüler kültüre yönelen pek çok sanatçı bulunuyor. Popüler kültürde var olmanın temel kriterinin saygınlık ve özgünlük gibi niteliklerden ziyade tanınırlık olmasından ötürü kimi sanatçılar zorlansalar da kimileri kendilerine özgü yeni yollar çizmeyi başarmaktadırlar.
Televizyon dizilerinde artık köklü bir format olan durum komedisi dizilerin (sit-com) öncü bir örneği olarak gösterilen ve hala dünya çapında her yıl yüz milyonlarca izleyicinin tekrarlarını izlediği Seinfeld dizisinin yazar ve yapımcısı Larry David 42 yaşında bu işe giriyor. Öncesinde de çeşitli oyun ve skeçler yazan David’in istediği başarıyı elde edemediğini düşünerek ileriki yaşlarında prodüktörlüğe yönelmesi, kırkından sonra atılan bir başka doğru adım örneği oluşturuyor.
Hollywood’un Oscar ve BAFTA ödüllü ünlü aktörlerinden Samuel L. Jackson için ise aslında oyunculuk ilk seçim değil. Jackson, üniversitede önceleri biyoloji bölümünde okumaya başlayıp, sonra mimarlık bölümüne geçiyor. Oyunculuk yapma isteği baskın gelince tiyatroya yöneliyor ve uzun yıllar gerek Broadway oyunlarında gerek filmlerde yan rollerle aktörlük yapıyor. Ancak asıl şöhreti Quentin Tarantino’nun 1994 yapımı filmi Pulp Fiction’daki rolüyle 46 yaşında yakalıyor. Sonrasında Star Wars serisi dahil pek çok gişe filminde önemli rollerde rol alıyor. Hollywood söz konusu olduğunda, aslında Judi Dench ve Helen Mirren gibi esasen tiyatroda ve beyazperdede hep oyunculuk yapmalarına ve takdir görmelerine rağmen gişe filmleri ve onlardan gelen ödüllerle birlikte dünya çapında tanınırlığı 50 yaşından sonra yakalayan isimler, şöhreti geç yakalayanlar listesine eklenebilir.
Yine popüler kültür alanından, tüm dünyada yemek tarifi programı denilince ilk akla gelen ismi Martha Stewart aslında Columbia Üniversitesi’nde kimya bölümünde okuyor. Ardından tarih bölümüne geçiyor ve mimari tarih bölümüyle çift ana dal mezunu olarak iş hayatına giriyor. Ancak asıl başarıyı, yani ekran yüzü olarak şöhreti, 41 yaşında yemek ve ev dekorasyon programı yapmaya başlayınca elde ediyor.
Bir başka alan olan moda çevrelerinde ise ‘marka değeri yüksek’ bir isim olarak tüm dünyada gelinlik tasarımı alanında sayısız ünlünün tercihi Vera Wang de, üniversitede Vogue moda dergisinde başladığı sektörle ilintili kariyerine rağmen 40’lı yaşlarından sonra tasarım alanına girip popülerliği yakalayanlar arasında yer alıyor.
KIRKINDAN SONRA SAZA BAŞLAYINIZ
Bu yazı boyunca sanat ve popüler kültür tarihinden küçük bir seçki halinde incelediğimiz isimler bile “Kırkından sonra saza başlayan kıyamette çalar.” sözünün geçerli olmadığını kanıtlar nitelikte. İster ömrün orta yaş dönemlerine kadar icra edilmiş olan meslekle ilintili yeni bir yola girilsin ister bambaşka bir iş için kollar sıvansın, incelikle, içtenlikle, kararlılıkla ve önemlisi emekle yapılan her işin ve ortaya konulan her eserin yolunun açık olmaması için bir neden görünmüyor. Bu noktada, fizyolojik, psikolojik ve sosyal yaş kavramlarını hatırlayıp, kişinin ne yapıp ne yapamayacağını açık ve örtük şekilde göstererek, onun yerine onun için yollar çizen ve toplumdan topluma değişik içerikler barındıran sosyal yaşın, kişinin üzerinde hayatını boğan bir baskı kurmadığından emin olmak gerekir.
Tıpkı müzik ve resim alanlarında olduğu gibi edebiyat dünyasına da orta yaşlarında giren onlarca isim bulunuyor. Çağdaş Yunan şiirinin en tanınan isimlerinden Konstantinos Kavafis’in (1863-1933) ünlü “Şehir” şiirinde geçen “Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın/ Bu şehir arkandan gelecektir/ Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın” dizelerinin yalnızca İstanbul’u anımsattığını düşünmek haksızlık olur; yeni bir yer ve hayat arayan herkesin bağ kurabileceği dizeler bunlar. Eğer Kavafis, uzun yıllar bakanlıklarda yürüttüğü memuriyet görevlerinden sonra ilk şiir kitabını 40 yaşında çıkarmasaydı, insan nereye giderse gitsin kafasının içindekilerini de götürdüğünü anlatan bu en güzel şiirlerden birini hiç okumamış olacaktık…
UĞUR ZEYNEP GÜVEN
25 Temmuz 2023, İstanbul