Pandeminin getirdiği endişe, kaygı ve acı kayıplar maalesef yeni yılda da sürerken, mecburi olarak birbiri ardına kapanan ya da yavaşlayan iş ve etkinlik kolları arasında bulunan müzik alanı da çeşitli açılardan olumsuz yönde etkileniyor. Alınan gerekli önlemlerin sonuçlarından biri olarak hem dünyanın hem ülkemizin tüm şehirlerinde olduğu gibi, İstanbul’da da konser salonları orkestrasız, performans merkezleri müzik gruplarından yoksun, caddeler ve metrolar sokak müzisyenlerinden mahrum. Bu durum, yalnızca müzisyenler, dinleyiciler, müzik araştırmacıları ve bu sanat dünyasından beslenenler için boynu bükük bir hüzün yaratmıyor, aynı zamanda, kentin kendi tarihinin yazınında, sokaklarında akan hayatta da kesintilere sebep oluyor. Zira kentin sesi, farklı dillerde de denk ifadelerle anılan, ‘havada asılı olan’ duygular bütünüdür. Bu ses sahası özelinde, çağlar boyunca yalnızca bazı şanslı kentler müzikle anılagelmiştir.
Kentlerle Özdeşleşmiş Müzik Türleri
Bazı kentlerin adı geçince zihinlere ilk olarak savaşlar, zaferler, tarihi kişiliklerin ismi düşerken, bazıları akıllara içlerinden geçen nehirlerin, bağlarında yetişen yemişlerin ismini getirir. Ancak kimi zaman bir müzik türü kimi zaman da bir şarkıcı, bir kente, mimarisinden, doğal kaynakları ve güzelliklerinden, ticari başarısından ya da diğer pek çok kültürel zenginliğinden daha fazla ilgi çekebilir. Bir müzik türü veya müzisyenle özdeşleşmiş kentler deyince tüm dünyada klasik müzik severlerin aklına ilk olarak Viyana’nın geldiğini söylemek yanlış olmaz. Caddelere isimlerini veren, müzeye dönüştürülmüş evlerini bugünün dinleyicilerine açan ve heykelleriyle parkları, meydanları gözlemleyen Beethoven’dan Mozart’a, Schubert’ten Lizst’e pek çok isim, Viyana’nın her daim zengin konser etkinlikleriyle birleşince, bu yerinde ünü sağlamlaştırmayı başarmış görünüyor. Leipzig, Salzburg, Bologna, Venedik, Roma, Paris, Saint Petersburg, Barselona ve diğer pek çok şehir bu listeye eklemleniyor. Klasik müzik dışında ya da yanında başka müzik türleriyle de canlı bir kültür sanat sahnesine sahip Londra ve New York gibi şehirler de yine çoğunlukla en iyi müzik başkentleri olarak çeşitli listelerin üst sıralarında kendilerine yer buluyor.
Çok sesli Batı müziğiyle anılan kentler dışında, Fado ile içi sızlayan Lizbon’dan, karşı kıyıyı hatırlayan Rebetiko’suyla Pire limanına ya da Rumba ile dansa kapılan Küba sokaklarına, müzik, bir kentin, ulus-devlet ve bölge sınırlarıyla belirlenen alanlar olmaktan uzak, içi derin ve ince işlemelerle dolu bir kültürel sandık olduğunu kanıtlar nitelikte. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısı boyunca, coğrafi veya demografik yapısı birbirine benzemeyen bazı kentler, aynı müzik türlerine sahne olmalarından dolayı bir kültürel ortam bağı tesis etmişti. Örneğin, bugün dünyanın her yerine yayılmış olsa da elektronik dans müziği ortaya çıktığı dönemde, iki farklı kıtada olmalarına rağmen Detroit ve Berlin ile özdeş tutuluyordu.
Benzer şekilde, farklı alt-tarzlarıyla, çoğunlukla yabancılaşma, anarşizm ve nihilizm ile karakterize punk müzik, kentin çeperlerinde ya da yer-altı mekanlarında distorsiyonlu gitarlarla çalınan yalnızca birkaç 5’li akordan oluşmuş kısa şarkılarla, esasen dönemin işçi sınıfı çocuklarının, ebeveynlerinin kültürlerini de içeren sistem karşıtlığını, 1970’li yılların Londra’sında ve 1980’li yılların New York’unda anlatıyordu. Ayrıca, Mozart ve Salzburg, Memphis ve Elvis Presley, Liverpool ve The Beatles gibi ilk akla gelen örnekler de bir çeşit kent-ve-müzisyeni temsilini ortaya koyuyor.
Yaratıcı Müzik Kentleri
Kent ve müzik türü ilişkisinin farklı veçheleri de bulunuyor. Bu konuyla ilgili, Unesco’nun (Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü) belirli aralıklarla güncelleyerek yayımladığı somut olmayan kültürel miras listelerini düşünebiliriz. Bu listeler, yalnızca sanatçı, yazar ve araştırmacıların dikkatini çekmekle kalmayıp, bilindiği gibi uzun bir süredir dünya çapında kültür turizmine de yön veriyor. Ayrıca, uluslararası tematik yıl ilanları aracılığıyla güncel haber ve araştırmalara da hatırı sayılır ölçüde yön verdiklerini söyleyebiliriz. Teşkilatın etkinlik kolları arasında müzik yapılanmasıyla ilgili olarak Unesco Türkiye Millî Komisyonu Müzik İhtisas Komitesi de bulunuyor. Unesco kültür sanat faaliyetleri çerçevesinde Müzik Kentleri (Music Cities) listesi oldukça dikkat çekici. Bu kentlerle ilgili tanıtımlar, bir ağ (cities of music network) şeklinde, gelecek festival ve projeler hakkında bilgi verdikleri bir siteden internet üzerinden yayımlanıyor.
Esasen Yaratıcı Müzik Kentleri (Creative Cities of Music) olarak 2021 başı itibariyle dünyadan 36 ülkenin yer aldığı listeye, İngiltere’den Liverpool, Fransa’dan Metz, Belçika’dan Ghent, Hindistan’dan Varanasi, Brezilya’dan Salvador, Türkiye’den ise Kırşehir girmiş bulunuyor. Kırşehir müzik ortamı ile ilgili olarak, saz, bozlak, abdal gibi önemli müzik kültürü terimlerini açıklayan ve Neşet Ertaş Kültür ve Sanat Festivali gibi etkinlikleri tanıtan içerikler yer alıyor. Bu oluşum üzerinden, müziğin bir kenti nasıl karakterize edebileceğine dair izleri görüyoruz. Listede yer alan kentlerden fark edilebileceği gibi, gelişmiş bir ülkenin metropolü olmak ana kriter değil. Fakat, metropollerin de yaratıcılık ve girişimcilik çabalarına giderek küreselleşen kültür sektörlerinde kucak açan dokularıyla dikkate değer yönleri bulunuyor.
Çokkültürlülük, Müzik ve İstanbul
Daha ziyade ekonomik, kısmen de politik çıktılarıyla gündeme gelen ve müzik piyasası dahil hemen hemen tüm sektörlere yön veren küreselleşme olgusunun kültürel açılımlarının başında çokkültürlülük geliyor. Farklı kültürlerin birlikteliğini temel alan bu çoğulcu yaklaşım, bir yandan kültür emperyalizminin antidotu işlevini üstlenirken, diğer yandan kültürel etkileşimler ve kültür karışımlarıyla bir kültürel melezliğe kapı aralıyor. Böylelikle kimi zaman semtleri, mahalleleri ve caddeleri çapraz kesen, adeta organik dayanışma halinde bir bütün, yani kentin ses dünyasını oluşturan farklı müzik kültürleri, akış ve alış-veriş halinde bir arada yaşamaya başlıyor. Böylesi bir zenginlik, az önce değindiğimiz gibi dünyada sayılı şehirde varlık bulmakta. Özellikle hafta sonuna doğru, söz gelimi bir cuma iş çıkışı ya da cumartesi günü, aynı anda birden fazla sayıda, klasik müzik, caz, pek çok farklı alt türüyle rock, önceki türlere göre sayısı az olsa da Türk sanat müziği, türkü ve elbette oldukça yaygın olan pop müzik konser ve performans seçenekleri arasında gezinmek, Beyoğlu’ndan Kadıköy’e, Şişli’den Ataşehir’e, kimi ilçelerde daha yoğun kimlerinde daha seyrek olsa da mutlaka bir kültür sanat aktivitesi bulabilmek ne büyük zenginlik. Bahsi geçen farklı müzik türlerinin dahil olduğu müzik kültürleri ve onların yer aldığı sanat dünyalarının tümü, İstanbul’un çokkültürlü müzik sahnesini oluşturuyor.
Bu noktada müzik faaliyet alanı, müzik çevreleri ya da müzik ortamı gibi kalıplarla açımlayabileceğimiz “music scene” terimi, özellikle 2000’li yıllardan sonra literatürdeki yerini sağlamlaştıran kavramlar arasında yer alıyor. Terimde geçen ‘sahne’ sözcüğü yalnızca konserin verildiği platforma değil, değişim ve çapraz-eşleşme yörüngesinde, farklılaşma sürecinde birbiriyle etkileşim halinde bulunan geniş çeşitlilikte müzikal pratiklerin lokal mekânsallıklar üzerinde bir arada bulunduğu bir kültürel alana işaret ediyor. Seattle Grunge scene, New Orleans jazz scene ya da Liverpool rock scene gibi hem çeşitli araştırmalarda hem popüler yazında karşımıza sıklıkla çıkan örnekler, belirli bir kente nüfuz etmiş, onu temsil eden ve onunla birlikte anılan bir müzik türünü ve beraberindeki toplumsallıkları ifade etmek için oldukça işe yarar bir kullanım alanı sunuyor. Bu kavramın tanımını yapanlar arasında Andy Bennett ve Richard Peterson’ın, yerel, yerel-ötesi ve sanal olmak üzere üç alt türüyle müzik sahnesi terimi kullanımları, özellikle İstanbul gibi çokkültürlü müzik ortamına sahip kentlerde farklı müzik türlerinin birlikte varoluşu üzerine düşünmeye sevk ediyor. Zira İstanbul’u tek bir müzik türü ile özdeş tutmak mümkün değil. Bugüne kadar aralarında klasik müzik, rebetiko ve indie rock gibi türlerin bulunduğu farklı müzik kültürlerinin dinlerkitleleri üzerine yürüttüğüm son on iki yıldaki saha araştırmalarımın tümünde, konservatuvar mezunu uzman dinleyiciden tesadüfen ya da sadece gezme amaçlı gelmiş ilgisi daha zayıf dinleyiciye kadar konser takipçilerinin büyük bir bölümü, farklı bağlamlarda da olsa, İstanbul’un belirgin biçimde çokkültürlü bir sanat ortamına sahip olduğunun farkında ve çoğu zamanda bu durumdan memnuniyet duyuyor. Bu husus aslında, kent alanının davranışlar üzerindeki etkisini inceleyen psikocoğrafya için de büyük önem teşkil ediyor.
Nice şiirlere, romanlara, şarkılara ve filmlere konu olan, farklı üretimler için insanlara ilham veren İstanbul’un ayrıca bir şehir sesi var. Müziğin sesini duymadığımız anlarda bile arka planda, belki de akla ilk gelen vapur, martı, tramvay zili olmak üzere, kenti simgeleyen sokak satıcılarının, araba kornalarının ve milyonlarca farklı insanın sesi, dipte her daim duyuluyor. Kalabalık caddelerden birinde yürüyen biri yanındakine sesini duyurmak için belirli yükseklikte konuşmak zorunda. Bundan yaklaşık on yıl önce oldukça ilgi gören ve çeşitli baskıları yapılan bir İstanbul illüstrasyonunun altında yazdığı gibi (they call it chaos, we call it home), kim bilir aşina olmayanlar arasında belki tüm bu ses sahasına kaos diyenler vardır. Biz ‘evim’ diyoruz.
UĞUR ZEYNEP GÜVEN
15 Şubat 2021, İstanbul