Bu kez köşeyi yüreğimin ve aklımın hep başköşesinde duran İstanbul kaptı!
İstanbul deyince de gelmiş geçmiş İstanbullular,Boğaziçi, korular, ağaçlar…
Geçenlerde Boğaz’da köşk yangınıyla ilgili iç yakan bir haber duyduk: ünlü bir müteahhidin satın aldığı korudaki köşk yanıvermiş. Bu tür haberleri her okuyuşta sanki canımdan bir parça kopmuş gibi geldiği için kendimi koruma amacıyla ayrıntısını bilmek istemedim önce. Ama kulağıma bir Fethi Paşa Korusu sözü çalınmıştı; fazla dayanamadım, araştırdım haberi. “Fethi Paşa Korusu’ndaki Hüseyin Avni Paşa Köşkü” gibi tuhaf bir haberle karşılaştım! Anlaşılan, yanan köşk Fethi Paşa’nınki değil, onun ilerisindeki (uzantısındaki de denebilir) Hüseyin Avni Paşa korusundaki köşkmüş. İçime su serpilmedi elbette, ama tanıdık bildik Fethi Paşa Korusu’nun şimdilik ayakta kaldığına sevindim. Zaten haberlerin birinde “yangının Fethi Paşa Korusu’na sıçramasından korkulduğu, ama bunun olmadığı” yer alıyordu! Abdülaziz’i tahttan indirdiği için vurulan Sadrazam Hüseyin Avni Paşa’nın Üsküdar- Paşalimanı sırtlarındaki korusu yıllardır kaderine terk edilmişti. Yanan köşkün sözde aslına uygun olarak yeniden yapılacağı söylenmiş, ama dönemin ressamlarınca “boyan”mış duvarları ne olacak, bilen yok. Öte yandan, koruda bir zamanlar yer alan, eşsiz İstanbul toprağının bereketini yansıtan ağaçlara bir bakalım: meşe türleri, porsuk, karaağaçlar, defne, yabani zeytin, mahlep, gümüşi ıhlamur, yalancı akasya, karaçam, anıtsal kızılçam, fıstık çamları, yaşlı serviler, çok yaşlı sakız ağaçları, badem, incir ve elbette erguvanlar…
Boğaziçi’nin iki yakasında aşağı yukarı yirmişer koru vardı… Osmanlı sahiplerinin adlarıyla anılırlardı. Şimdilerde o korularda yer alan birbirinin dibinde, birbirinin eşi yapılara (köşk desen köşk değil, sözüm ona villalara) trilyonlarla para veren görgüsüzler bilmezler ki Osmanlının binlerce köşkünün hiç biri ötekinin eşi değildir; Boğaziçi’nde birbirinin aynı olan yalı yoktur.
Sözü Osmanlı efendisi Tophane Müşiri Fethi Paşa’ya (Fethi Ahmet Paşa’ya) getireyim. Babası Rodoslu Hafız Ahmet Ağa gibi Fethi Paşa da yüksek devlet hizmetlerinde görev alanların yetiştiği Enderun’da yetişmiş. Yeniçerilik kaldırıldıktan sonra kurulan Osmanlı ordusuna girip tümgeneralliğe (ferik) kadar yükselmiş; Viyana ve Paris’te elçilik, Aydın’da valilik yapmış. Batılıların bizim için ne dediğini önemseriz ya, 1833’te İstanbul’a gelen Lamartine anılarında onun için: “her bakımdan bir Avrupalı’ya benzeyen genç ve zarif bir Osmanlı diplomatı” diye söz etmiş.
II. Mahmut da onu beğenmiş ki sevgili kızı Atiye’ye eş olarak seçmiş. Fethi Ahmet Paşa, 1840’da saraya damat olmuş. Atiye Sultan’ın çeyizi dillere destanmış: mineli dürbün, inci tesbih gibi birbirinden değerli parçalar daha o beşikteyken çeyizine girmişmiş. Damada verilen ilginç armağanlardan biri de “altın üzerine elmasla süslü, mine tuğralı, müzik çalan bir sakal tarağı” imiş. Böylesi bir çeyiz ve tantanalı bir düğünle evlenen çift mutlu olmuşlar mı dersiniz? Fethi Paşa Korusu’nun ağaçları bilir de söylemez, ama insanların dilini tutmak mümkün değil. Söylendiğine göre, bu evlilik mutlu bir evlilik olmamış. Aslında, bilir misiniz, Osmanlı’da en ayrıcalıklı kadın konumu Padişah kızı olmaktı. Padişah kızıyla evlenip saraya Damat olan kişi, varsa önceki karılarını boşamak, Padişah kızının üzerine de eş almamak zorundaydı. Ama bu tür kuralların bile padişah kızının mutlu olmasını sağlayamadığına bir örnektir Atiye Sultan’ın evliliği… Zeki ve başarılı bir erkek olan Fethi Paşa, II. Mahmut’un buyruğu üzerine kızıyla evlenir evlenmesine ama gönlü ta gençliğinden beri sevdiği kızdadır: baba evinde büyütülüp yetiştirilen bir cariye onun ilk ve son aşkı olarak kalacaktır. Prensese düğün armağanı olarak verilen Boğaz’ın Avrupa yakasındaki sahilsarayda yaşar, ama belirli aralıklarla Kuzguncuk’taki yalısına sevdiği cariyeyi ziyarete gelir. Ağzını tutamayan insanların (bunlardan biri de şimdi ben oluyorum) günümüze dek aktardıklarına göre, bu durumu öğrenen Atiye Sultan üzüntüsünden hastalanıp çok geçmeden ölmüş. 26 yaşında öldüğünde geride iki kız çocuğu bırakmış.
II. Mahmut’tan sonra tahta geçen oğlu Sultan Abdülmecid’in, “enişte”siyle arası hep iyi olmuş. Dolmabahçe Sarayı’nı baba oğul Balyan’lara yaptırırken sarayın döşenmesi sorumluluğunu Fethi Paşa’ya bırakmış. Sarayda bugün gördüğümüz abartılı süsle aşırı gösterişin mimarlardan değil, Fethi Paşa’dan kaynaklandığını anlıyoruz. Bir ara Ticaret Bakanlığı da yapan Fethi Paşa, Avrupa’daki fabrikalara Saray için öyle çok sipariş vermiş ki bazıları ona “Bezirgan Paşa” adını takmışlar… Abdülmecit’in, hazineyi tamtakır bırakan Saray’ı gördükten sonra “Daha sade olabilirmiş” dediğini biliyoruz.
Fethi Ahmet Paşa’nın asıl “hizmet”i müzeciliğimizde öncü olması… 1845’te Sultan Abdülmecit Yalova’da gördüğü Roma dönemi yapıtlarının İstanbul’a getirilip korunmaya alınmasını istedi; bu işle Fethi Ahmet Paşa’yı görevlendirdi. Bugün daha çok oda müziği konserlerine ev sahipliği yapan Aya İrini Kilisesi’nin avlusu Osmanlı Sarayı’nın silah deposu olarak kullanılıyordu. Tahta geçen her padişah önce buradaki askeri araç, gereçleri ve silahları incelerdi. Padişahların zaman zaman denetlediği depo sürekli bakımlı tutulurdu. Fethi Paşa yalnızca Yalova’dan değil, başka yörelerden de eserler getirtti; Aya İrini’de bir eski eserler galerisi düzenletti. Ayrıca, eski silahları avludaki yerlerinden çıkarıp askeri giysilerle birlikte aynı yapı içinde bir başka galeride sergilenir duruma getirdi. Yeniçeri Ocağı kapatılırken yok edilen yeniçeri giysilerini eski resimlere bakarak yeniden diktirip Avrupa’dan satın alınmış mankenler üzerinde sergiletti. Galeriler, özel izinle ziyaretçilere de açılır duruma geldi.
Fethi Paşa yalnızca Osmanlı’da ilk müzeyi kuran kişi olmakla kalmadı, 1847’de Sultanahmet Meydanı’nda yapılan ilk hipodrom kazısını da o başlattı.
Paşa’nın 1948’de aslına uygun onarım gören yalısının ardındaki korunun 16 hektarlık bölümü 1980’lerde belediyeye aktarıldı. İçindeki iki köşk şimdilerde içkisiz aile lokantası ve “kafe” olarak kullanılıyor. Aslına uygun malzeme kullanılmadan abartılı bir biçimde onarılan çağlayanlı havuzunun yanı sıra sonradan eklenip yakıştırılmamış park aksesuarları var. Yüzlerce yıllık ağaçları arasındaki gümüşi ıhlamurlar, defneler, çamlar, sakız ağaçları konuşabilseler neler anlatırlardı, kim bilir? Belki bir gün onların ağzından bir şeyler yazarım. Yazar mıyım? Belki bir gün…