Tarih içinde toplumsal yaşam değerleri gün gelip yetersizleşerek canlılığını yitirince, yeni bir düzene yol gösterecek düşünceler aranır. “Rönesans Çağı” ve “18. Yüzyıl Aydınlanması”, işte bu yeni düzen özlemini temsil ederler. 18. yüzyıl aydınlanmasının ana özelliği, laik bir dünya görüşünü bilinçle temel alması, bu görüşü hayatın her alanında gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Yüzyılın sonlarına doğru patlayan Fransız Devrimi de söz konusu yeni düşüncelerin toplumsal ve siyasal yaşama uygulanması gereğinin ürünüdür.
Öte yandan doğa bilimlerindeki gelişmeler, insanın düşünme ve değerlendirmede dinsel dogmalara bağlı kalmaktan büyük ölçüde kurtulduğunu gösteriyordu: Laplace’ın gök mekaniğini aydınlatması, fiziğin ısı ve elektrik üstüne araştırmalarla büyük gelişmeler kaydetmesi, kimyanın Lavasier ile gerçek bir bilim durumuna gelmesi, Dr. Jenner’in aşıyı bulması, Fahrenheit’ın termometreyi icat etmesi, doğanın yapısını doğru kavramış olan insanın doğa karşısındaki egemenlik güdüsünü sürükleyen örneklerdendir. Eksik kalan, doğa karşısında başarı kazanan aklı, bu kez kültür dünyasına uygulamak, doğa bilimleri koşutunda kültür bilimlerini de kurarak kültür dünyasını akılla aydınlatıp ona egemen olmaktı. İşte 18. yüzyıla “Aydınlanma Çağı” adının verilmesini sağlayan, bu düşünceden yola çıkarak kültürün bütün alanlarına uygulanmasıdır. Böylece, 18. yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan “saray kültürü”, ya da soyluların beğenisini temsil eden eski sanat stilleri geride bırakılmıştır. Artık egemen olan sanat anlayışı “Burjuva sanatı”dır. Şimdi sanat değerlerini burjuvazinin belirlediği yeni bir dönem yaşanmaya başlamıştır. Sanatı toplum yapısı perspektifinden inceleyen Arnold Hauser şöyle yazar:
“O yıllara kadar sanat ve kültür tarihinde önderliğin bir sınıftan başka bir sınıfa bu denli kesin bir biçimde geçmesi, yaşanmamış bir olaydır. Soyluların yerini alan burjuvazi, süslemeciliğin yerine ‘ifadeciliği’ yeğlemiş ve bu derin beğeni farkı, hiçbir dönemde bu kadar belirgin olmamıştır.”
Örneğin, müzikte barok stilin doruğu sayılan Johann Sebastian Bach’tan sonra gelen ilk besteci kuşak, barok stilin ‘skolastik’ olduğunu ileri sürmüştür. Bale sanatının kurucusu Noverre ise cansız, kuru ve ifadesiz olan saray danslarını yererken, çıtkırıldım bir saray dansı olan “Menuet”ye karşı, toplumun benimsediği bir burjuva dansı olan “vals”i yeğlediğini söylemiştir.
Barok müzik stili, itidalli, denetimli bir müzikti. Bunun nedeni de duygusal içeriğin tekdüze işlenmesiydi. “Klasik” olarak nitelenen yüzyılın ikinci yarısındaki müzik ise sürekli iniş çıkışlar, gerilim ve çözülümler, anlatım ve gelişimlerle insana coşku veriyordu. Besteci, sesleneceği yeni toplumun ilgisini çekmek için, daha etkileyici yollara başvurma gerektiğini kavramıştı.
Rönesans’ta olduğu gibi, Fransız Devrimi’ni hazırlayan yıllar, resim sanatında özellikle tarihsel tasvirlere ve kahramanlık konusunu işleyen tablolara duyulan ilginin olağanüstü hız kazandığı bir dönemdir. Sanat tarihçisi Gombrich’e göre, “Fransız devrimcileri, kendilerini dirilmiş Yunanlar ya da Romalılar saymaktan hoşlanıyordu.” Bu eğilimin kaynağında, gücünü tarihsel köklerden alan devrimci coşkunun “klasikleşme” özlemi yatar.
Müzik sanatında ise besteciler, daha keskin etkiler yaratacak sonuçlara yönelmek için, “dramatik” anlatım biçimini kullanmıştır. Dinleyicileri ile ilişkisini kaybetmekten korkan besteci, eserlerini sürekli olarak yinelenen dürtü ve uyarılar dizisi olarak geliştirmiş, anlatım gücü yüksek olan bir duygu yoğunluğundan başka bir duygu yoğunluğuna atlamayı öngörmüştür.
Bu son cümle bana hep Mozart’ı (1751-1796) hatırlatır. Müzikte klasik dönemin bu büyük yeteneğinin kişisel stili, hayattan kesitler sunan bir anlatım biçimidir. Mozart’ın sanatı üzerine derinleşmiş olan bir müzikçimizin söylediği gibi, “Mozart bir öykücüdür. Mozart’ın bütün çalgı müziği eserleri, insanı ve insanın yaşadığı olayları incelikle anlatan duyarlıklı öykülerdir.”