Bilindiği gibi, yalnızca müzik ve edebiyatın değil, bütün sanat dallarının ortak, benzer, hatta örtüşen tarafları vardır. Ortak payda olarak bütün sanatların öncelikle “hayatı ve insanı” anlattığını belirtelim. Bu amaçla her sanat dalı, kendine özgü bir anlatım gereci kullanır: Müziğin gereci seslerdir; resmin desenler ve renkler; edebiyatın genelde “dil”, özelde ise “sözcükler”dir.
Müzik ve edebiyat, barındırdığı ana öğeler ve onların işlenişi bakımından, birçok yönden örtüşür: “Çekirdek buluş”tan yola çıkarak “cümle”, “paragraf”, “bölüm” gibi birimler; “giriş”, “geliştirme”, “final” gibi kesimler; “benzetme”, “yineleme” gibi teknikler; hepsinin üzerinde “tema”, yani “konu” gibi eserin temel düşüncesi olan içerik, bu iki sanat dalının yakınlaştığı kaynaklardır.
Şu da var ki, bir sanat eserindeki özsu, insanı etkilemesi, sürüklemesiyle belirginleşir. Okuduğunuz roman, eğer bir aydını sarıyorsa “edebiyat”tır. Dinlediğiniz bir parça, eğer sizi sarıyorsa “müzik”tir. Çünkü o kitabın ya da müzik parçasının sizi sarması, bu sanat eserindeki ortak duyguların, hatta düşünce, izlenim, tasarım ve dileklerin, sizi de temsil etmesi, size içini dökmesi demektir.
Müzikte olduğu gibi edebiyatta da sizi sürükleyen yalnızca içerik değil, anlatımdaki akıştır. Besbelli ki anlatım, içeriğe can katar. Roman, hikâye gibi bir düzyazı eserinde, sözcüklerin istiflenişi yoluyla izlenen akıcılık, aslında biraz “şiirli”, biraz da “müzikli”dir. Unutmayalım ki şiirin yapısında iç sesler ve ritim gibi müzik öğeleri vardır. Öyleyse düzyazı biraz olsun “şiirli”yse kesinkes biraz da “müzikli”dir.
Sanatta buna “öz ve biçim özdeşliği” denir. Açıklamaya gerek var mı? Edebiyatta veya müzikte acıklı bir konu, “acıklı” bir deyişle; gülünç bir konu ise “güldürecek” bir biçemle anlatılır. Sözlü edebiyatın yaşayan örnekleri olan destanların ve masalların anlatımındaki şiirsel, hatta müzikal tadı, ya da tekerlemelerdeki ritmik uyumun etkileyiciliğini düşünelim…
Ama burada asıl, önde gelen bir genellemeyi belirtmek isterim: Bütün sanat dallarında “biçim” (form) tasarımı vardır. Biçim kavrayışından yoksun bir şiir, bir roman, bir tiyatro eseri, bir resim, bir heykel düşünülemez. Aynı şekilde, biçim, yani form anlayışından uzak bir sonat, senfoni, opera, şarkı, türkü olamaz. Özellikle plastik sanatlarda form, akla gelen ilk öğedir.
Bütün sanat dallarında olduğu gibi, müzik ve edebiyat arasındaki form kavrayışından gelen yakınlık, başka bir ortak paydayı oluşturur. Yalınç bir halk müziği parçasını, bir türküyü ele alalım: Türküdeki ezginin biçimi, bütünüyle güftesindeki (halk şiirindeki) biçime ve biçimin öğeleri olan ölçü ve uyaklara bağımlıdır. Müzik ve şiir, bir türküde o denli iç içe girmiş ve şiir müziğe o denli yedirilmiştir ki, biz türküdeki biçimin şiirden kaynaklandığını çoğun akla getirmeyiz.
Tarih içinde edebiyatla müziğin yakınlığı
Bu iki sanat dalının yakınlığı, ilk çağın yüksek uygarlıklarında başlar. Sözün ve müziğin birleşmesi durumunda onların birbirine destek olacağı, yazının icat edildiği yaklaşık bir tarih olan M.Ö. 4000 yıllarında anlaşılmış ve uygulamaya geçilmiştir. Bu icattan başlayarak insanlık, önce Ortadoğu ve Asya’da boy veren ilkçağın yüksek uygarlıklarını yeşertmiştir. Ancak, ilkçağın bu köleci toplum biçimindeki uygarlıklarının kökeninde “tarım devrimi” olduğunu da hatırlayalım. Tarım devrimiyle besinini üretmeye başlayan insanoğlunun yükselttiği ilk yerleşik kültürlerden biri, Mezopotamya’daki verimli toprakları işleyen Sümerlerdir. Sözün ve ezginin birlikte kullanımı da M.Ö. 3,500 yıllarında Sümer tapınaklarında başlamıştır. Önceleri yalnızca şiirsel olan tapınak sözlerinin etki gücünü artırmak için sonraları şiirle birlikte ezgi de devreye sokulmuştur. Bu dönemde batıdan doğuya, Mısır, Fenike, Hitit, Mezopotamya, Pers, Hint, Çin kültürleri ile onları izleyen Yunan ve Roma uygarlıklarında, çalgıların geliştirildiği, hatta birkaç çalgıdan oluşan küçük çalgı topluluklarının şarkıcılara eşlik ettiği bilinmektedir.
Halk müziğimiz
Anadolu halk müziği, çoğunlukla “sözlü müzik” olan türkülerden oluşur. Sözün girmediği ya da çok az girdiği müzik çeşidi ise “çalgısal” olan parçalardır, ya da halk dansları müzikleridir. Kırsal kesimin yaratıcılığını temsil eden Anadolu halk müziği, lirik karakteriyle halk şiirini içermiştir. Ana temalar, “doğa” ve “aşk”tır. Yaşamın zorlu koşullarından şikâyet edilmez, ama haksızlığa başkaldırı vardır. Anonim karakteriyle türküler, bireyin değil, içinde yaşanan topluluğun adına konuşur ve tasavvufî halk müziğinin dışında bütünüyle din dışıdır.
Halk şiirimizle halk müziğimizin birbirini tamamlayan “iç içe özellikler”ini belirtirken “hece ölçüsü”nün uluslararası yaygınlığını göz ardı edemeyiz. Anadolu’da olduğu gibi, Ortadoğu’nun, hatta Avrupa’nın sözlü halk müziklerinde yer alan şiirlerde de hece ölçüleri kullanılmıştır. Ayırt edici nokta şudur: Hece ölçüsüyle söylenmiş şiirlerin bu özelliği, kaçınılmaz biçimde müziğin ölçülerini de belirler. Başka deyişle, halk müziğindeki şiirin ölçüsü, bu şiir üzerine bestelenmiş müzikte de geçerlidir.
Şarkı
Sözlü müziğin bütün dünyada yaygın biçimde kullanıldığı “şarkı” formuna da değinelim: Eski çağlardan başlayarak bütün kültürlerde çeşitli adlar altında yer alan bu kısa “sözlü müzik” formu, sanatsal amaçla bestelenmiş olsun olmasın, her tür sözlü melodiye yakıştırılan addır. Kapsama alanı cep telefonundan geniştir: Halk şarkısı, kilise şarkısı, pop şarkısı, çocuk şarkısı, caz şarkısı, aşk şarkısı, opera şarkısı, dans şarkısı ve benzerleri...
Avrupa müzik kültüründe şarkı sözleri, önce antik uygarlıklarda kullanılmış, Rönesans döneminden başlayarak “insan”la ilgili her konuyu işlemiştir. Fransızlar ona “chanson”, İtalyanlar “canzone”, Almanlar “Gesang” ya da “Lied”, İngilizler “song” der.
Şarkılarımızda 10 zamanlıya kadar olan küçük usuller kullanılır, bu eserlerin melodisi, kolay öğrenilen, bellekte yer eden özellikler taşır. Kentlerde geliştirilen gelenekli müziğimizin (Divan musikisinin) makâmlı ve ritmik sistemleri, prozodi ve form anlayışı, bütünüyle kendine özgüdür. İşte bu özgünlük, “güfte” dediğimiz şiirlerin ilk dizesiyle şarkının tanınmasını, hatta adlandırılmasını getirmiştir. Bir şarkı, başkalarına tanıtılmak istendiğinde, ilk dizenin sözleri hatırlatılır.
Hep bildiğimiz gibi, şarkı formu, Türkiye’de 20’nci yüzyılın ikinci yarısında gelenekten uzaklaşmaya başlamıştır: 1930’lu ve 1940’lı yıllarda “gazino müziği” denen şarkılar, 1950’li yıllarda düzeysiz bir “piyasa müziği”ne dönüşmüş, 1960’larla birlikte, bizim olmayan ve daha alt basamaklardaki “arabesk” parçalarına dönüşmüştür.