18. Yüzyıl Aydınlanması’nın doruktaki sonucu olan Fransız Devrimi’nin etkileriyle kimi Avrupa toplumlarının burjuva demokratik haklar yönünden feodal yapıyı bütünüyle tarihin çöplüğüne attığını söyleyebiliriz. Ancak, devrim doğrultusunda verilen sözlerin yaşama geçtiği söylenemez. Peki, onca tartışma, kavga dövüş, akıtılan kanlar, giyotin sepetine düşen kelleler, bütün bunlar boşuna mı yaşanmıştı? “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” gibi devrim ilkelerinin peşinden koşan kitleler, düş mü görmüşlerdi? Sözde kalan bu ilkeler yoksa birer yutturmaca mıydı?
Gerçek şuydu ki, Fransa’da krallığı yıkarak iktidara geçen burjuvazi, demokratik kazanımların çoğunu silip atmıştı. Siyasal iktidar, artık sanayicilerin ve bankerlerin çıkarlarını temsil ediyordu. Bu ortamda emekçi halk ve küçük burjuva aydınlar tam bir düş yıkımı içindeydi. Şimdi, toplum sorunlarının yerini, “bireyin sorunları” almıştı. Düş yıkımının adı da öznelliğe, kişiselliğe, “öznel duyarlılık” nitelemesiyle bireyin ruhsal sorunlarına dönüşmüş, buna güzel de bir ad bulunmuştu: “Romantik akım”.
Felsefe tarihinde “romantizm”, kalın çizgileriyle Alman filozof Schelling’in (1775-1854) düşüncelerinde somutlaşır. Felsefe tarihçimiz Macit Gökberk şöyle yazar:
“Schelling, romantizmin filozofudur. Bu felsefenin anlayışı çerçevesinde yazdığı ‘Felsefenin İlkesi Olarak Ben Üzerine’ adlı yapıtıyla 22 yaşındayken Jena Üniversitesi’ne profesör olmuştur.”
Schelling’in “Ben üzerine” nitelemesi, romantik akım boyunca hep yinelenecek olan “Ben” kavramını, düşüncede ve sanatta odaklaştırmıştır: “Ben nasıl duyuyorsam öyledir!”, “Duygularım bana böyle söylüyor!”, “Benim duygularım”, “Ben, ben, ben…”
Romantizmin duygulardan yola çıkan kavrayışını belirleyen işte budur: “Benliğin içinden gelen…” Daha açık bir anlatımla romantik akım, küçük burjuva bireyselciliğinin sanatta geliştirilmiş biçimidir.
Başa dönelim: Romantik akımı başat kılan toplumsal ortam neydi? Aydınlanmanın temeli olan “usçuluk” karşısında, bir süre sonra kişiselliği, öznelliği ve duyguları öne süren romantik akıma yol açan ortam, Fransız Devrimi sonrasında oluşan düş kırıklığı ile açıklanabilir. Evet, romantik akım, klasisizme bir “seçenek” olarak ortaya çıkmıştır.
Romantik akım, önceleri Almanya ve Fransa’da tutunmuş, izleyen yıllarda İngiltere’de olduğu kadar, uzaklardaki Rusya’da bile geçerli bir sanat anlayışı konumuna gelmiştir. Ne var ki, bu dönemi izleyen 19. yüzyılın ikinci yarısı, bireyselciliğin tam karşıtı yeni bir akımı, toplum gerçekliğine eğilme kavrayışını getirmiştir. Üstelik, daha belirgin bir anlayışla “uzaklardaki” Rusya’da…
Bütün bunlardan “hisse” çıkarmak gerekecek olsa şöyle bir özet yapabiliriz: Hangi yeni akım olursa olsun, düşüncede ve yaratıda kendi karşıtını oluşturacak devrimci gizilgücü içerir.