Bu yazımda 13’üncü yüzyılda yaşanan “Anadolu Rönesansı” üzerinde durmak istiyorum. Çünkü, Anadolu’nun bu dikkate değer tarih dönemindeki kültürel yükselişe değinmeksizin, birdenbire halk müziğimizi anlatmaya girişmek, birçok eksiği beraberinde getirebilir.
Konuya girerken öncelikli olarak 1200’lü yıllarda Ahi Evren ve Hacı Bektaş ile başlayıp 1420’de Serez’de asılan Simavnalı Bedreddin’e kadar uzanan dönemde, derebeylik düzeninin karşıtı olan halk hareketlerinin (isyanlar vb. gibi antifeodal hareketlerin) halk kültürümüzü nasıl derinden etkilediğini belirtmek gerektiği görüşündeyim.
Feodal aristokrasinin tarihteki en acımasız devletlerinden Bizans İmparatorluğu’nun yanında, kendini Tanrı’nın yeryüzündeki vekillerinden sayan Selçuk sultanlarına başkaldıran antifeodal örgütlerin başında Ahilik gelir. 13’üncü yüzyıl Anadolu’sunda “zanaatçılar birliği” niteliğindeki Ahilerin elinde, kulların çalıştırıldığı topraklar değil, örs, çekiç gibi zanaat aletlerinden oluşan tezgâhlar vardı. Mülkleri yalnızca bu tür üretim araçlarıydı. Ahiler, onları istilacı Moğollara kaptırmamak için Kayseri kentini savunarak tarihte ilk kez “kendi vatanları adına can veren insanlar” olmuştur.
Bu önemli olayın anlamı üzerinde duralım biraz: Ahilerin mülkiyet konusundaki görüşlerinin başında, “miras hakkı”nı savunmak vardı. Bu savunu, ölen kişinin mallarına sultanın el koymasına karşı çıkmak demekti. Bilindiği gibi “miras”, kişisel mülkiyet hakkını içerir. Oysa feodal düzende “kişisel mülkiyet” yoktur; mülk, feodal beyin ve onun da üzerindeki merkezî feodal devletindir.
Açıklamaya çalıştığım bu terim ve kavramlarla şu gerçeğe yakınlaşmış olacağımızı düşünüyorum: 13’üncü yüzyılın Ahilik hareketi, besbelli ki “vatan”, “kişisel mülk” ve “siyasal birlik” kavramlarına yaklaşarak anlatılabilecek sosyoekonomik atılımları öne çıkarmıştır. O dönemin tarihsel koşulları içinde “çok ileri” olan bu tür görüş ve uygulamalara Avrupa’da yaklaşan örnek, 13’üncü yüzyıl İngiltere’sinde görülür: İngiltere, 1200’lü yıllarda feodal aristokratlar arasında imzalanan “Magna Carta Libertatum” (Büyük Özgürlük Beratı) ile ve daha sonra kurduğu meclislerle siyasal anlamda bireyin “Tanrıdan bağımsız, özgür kişi” olması adına bazı önemli adımlar atmıştır.
Ahilik, kendisine çok yakın dinsel görüşlere sahip olan Mevlevîlikten farklıydı: Araştırmacımız Ömer Tuncer, Prof. Dr. Mikail Bayram’dan alıntılayarak şu bilgileri verir:
“Mevlevîlerin tasavvuf anlayışında dünyaya karşı isteksizlik, dünya işlerinden uzak durma vardır. Bunun doğal sonucunda, başkalarının sırtından geçinme yoluna sapmalar olmuştur. Ahilik ise cömertlik mesleği olması bakımından, bir yönüyle el emeği ile geçinme ve başkalarına yedirme idealidir. Ahi Evren’in şeyhi Evhadü’d-Din’in, dilenciliği asla tasvib etmediği, menakibnamesinde belirtilmektedir.”