Mevlevî kültürünü bir yana bırakırsak, Anadolu’da antifeodal başkaldırılar, 13. yüzyılda Horasanlı Baba İlyas ve onun müridi Baba İshak ile başlamıştır. Şamanlık etkileri taşıyan tarikatının güçlenmesine güvenerek Selçuklu Devleti’ne karşı ayaklanan Baba İshak’ın Amasya’da esir alınıp öldürülmesinden sonra, yandaşları ayaklanmayı sürdürmüştür. Ancak 1240’ta Selçuklu ordusu onları da yenilgiye uğratmıştır. Kardeşi Menteş’le birlikte Baba İshak’a bağlanmış olan Hacı Bektaş (1210-1271), bu savaşta Menteş’i kaybedince o zamanlar küçük bir köy olan günümüzdeki Hacıbektaş kasabasına sığınarak dergâhını orada kurmuştur. Baba İshak’ın sağ kalan müritleri de onun çevresinde toplanmış, tuttuğu yola “Bektaşîlik” denmiştir. Öte yandan Ahilerin “Alp Erenler” denen seyfi kolu (kılıçlı olanlar) da Hacı Bektaş’ı pîr edinmiştir. (Yeniçerilerin pîrinin Hacı Bektaş olmasının da buradan kaynaklandığını düşünüyoruz.)
Anadolu’nun 13’üncü yüzyıl tarihindeki başlıca ve ayırt edici olaylardan birkaçını kısaca örneklemeye çalıştım okurlarıma. Sanıyorum ki bu örnekler, söz konusu dönemde Anadolu’nun sosyoekonomik yapısı üzerine ipuçları vermiştir. Dayatılan feodal yapıya karşı Bizans ve Selçuk topraklarındaki halkların geliştirdiği antifeodal hareketlerin ne gibi düşünsel akımlardan kaynaklandığı açıktır. Bu akımların toprağında yetişen kültürel yapının ne gibi çiçekler açtığını, özellikle halk şiiri ve onu daha etkileyici kılan halk müziğinde nasıl bir sıçramalı yükseliş sergilendiğini şimdi kısaca özetlemeye geldi sıra:
Anadolu’da yazılı edebiyatın öncüsü olan sûfîlerin başında, Mevlânâ’nın oğlu Sultan Veled, Sarı Saltuk, Barak Baba, Tapduk Emre, Yunus Emre ve Âşık Paşa gelir. Burada belirttiğim son iki isim, Türkçe şiirler yazan ilk şairler olarak öne çıkar. Sultan Veled’in ise eski bir yaylı çalgı olan rebâb çaldığı söylenir.
Halk şiiri geleneğimizin ilk temsilcisi olan Yunus Emre (yaklaşık tarihlerle 1241-1320) Babalılardan Tapduk Emre’nin dervişidir. Sevgi, inanç ve umut, durmaksızın birbirine dönüşerek Yunus’un şiirini oluşturmuş, yalınç bir söyleyişle koştuğu kimi şiirleri bestelenerek tekkelerde okunmuştur. Tasavvuf düşüncesini yansıtan dizelerinde bu düşünceyi zenginleştiren Yunus, kimi dörtlüklerinde dolaylı da olsa “başkaldırı” öğesini kullanmıştır:
“Ben yürürüm yana yana / Aşk boyadı beni kana / Ne akılem ne divâne / Gel gör beni aşk neyledi”.
Âşık Paşa’nın (1272-1332) adındaki “Paşa” sözcüğü, “ilk” anlamında kullanılmıştır; asıl adı Ali olan şairin hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerinde Yunus etkisi görülür. Çok iyi Farsça ve İbranice bildiği halde Türkçeye bağlılık gösteren Âşık Paşa, halk şiirine örnek olacak ürünler vermiştir.
Anadolu şiir kültürümüzde başlangıç böyle. Peki müzikte?
Yineleyelim: Halk müziği geleneğimizde “söz”den bağımsız müzik, pek sınırlıdır. Ezgiler anonim olduğu için, bu gelenekte sanatı “bestecilik” olan ayrı bir sanat erbabı yoktur. Salt çalgısal müzik, halk danslarında yer alır. (Buradan şu çok önemli sonucu da çıkarabiliriz: Dans dili, kimi yerde sözlü anlatımın yerini tutabiliyor.)
NOT: “Halk müziğimizin tarihsel kökleri” başlığı altında üç kısa yazıdan oluşarak sunduğum yazı dizisi burada sona eriyor. Doğaldır ki halk müziğimiz, yalnızca köklerinden söz açarak açıklanmış olamaz. Yüzyıllar içindeki geleneğiyle çeşitlenerek günümüze ulaşan halk müziğimizin niteliklerini, 2017’de çalışacağım başka bir yazı dizisinde ele almayı düşünüyorum.